20 Aralık 2011 Salı

İstanbul’da poyraz, Trabzon’da lodos...


Trabzonspor 1974-75 sezonunda eski adıyla Türkiye 1. Ligi’ne yükseldiğinde, kimse takip eden yıllarda neler olup biteceğini tahmin etmiyordu. Belki bir kişi hariç: Bir sezon önce 2. Lig’deyken Trabzonspor’la Türkiye Kupası’nda eşleşen Fenerbahçe’nin efsanevi Brezilyalı teknik direktörü Didi, “Bu takım 1. Lig’de oynar. Hem de şampiyonluğa oynar” demişti. Tabiî bu Didi’nin Türk rakısını çok sevmesine verilmiş, sevgili medyamız üç takımdan hangisinin şampiyon olacağına dair papatya falı açmaya devam etmişti.

Derken Trabzonspor gerçekten 1. Lig’e çıktı. Olabilirdi, nice Anadolu takımları çıkmış, sonra Türkiye Futbol tarihinin şan ve şeref dolu mazisinde yerlerini almışlardı. İlk sezon dokuzuncu olması da pek dikkat çekmedi bordo-mavili ekibin. Fakat ikinci sezon şampiyonluğu İstanbul dışına çıkaran ilk takım olarak herkesi şaşkına çevirecekti. Bir istisna mıydı? Hayır, takip eden yıllar öyle olmadığını gösterecekti.

İyi de her şey gayet güzel giderken nereden çıkmıştı bu Trabzonspor? Tıkır tıkır işleyen bir düzen vardı, şampiyonluk üç kulüp arasında rotasyon usulü dolaşıyordu, bütün ülke bu sisteme biat etmişti, milyonlarca insan futbolla yatıp kalkıyor, şampiyonluk yarışının tatlı heyecanıyla mesut bahtiyar yaşayıp gidiyorlardı. Gerçi Avrupa’nın kıytırık kıytırık ülkeleri her karşımıza çıktıklarında bizi fena madara ediyorlardı ama önemli değildi. Biz bize yeterdik, zaten Osmanlı onları zamanında acayip korkuttuğu için bizi çekemiyorlardı, bizim bizden başka dostumuz yoktu.

Trabzonspor sonuncusu 1984’te olmak üzere altı kez şampiyonluğa ulaştı. O kutlu çağında bile ayağına dikenler dolaşıyor, çalılıkların arasından çelmeler uzanıp kendisini düşürmeye çalışıyordu ama pek de para etmiyordu, rakiplerini sahada rahatlıkla alt edip hedefine ulaşıyordu Karadeniz takımı. Sonra işler değişti. Kendi adlarına düzenlenen kupaları vermek için stadyuma kadar lütfetmeyen başbakanların zamanından, her hafta eşleriyle birlikte lig maçlarına gelip futbola olan ilgiyi kışkırtan siyasiler dönemine geçilmişti. Belki de yetmişli yılların ikinci yarısında siyasete kanalize edilen enerji, artık futbolla absorbe edilmek isteniyordu, yeni dönemin şartları gereği. Değişen ve gelişen konjonktürde eskisi kadar başarılı olamayan Trabzonspor, şampiyonluğa çok yaklaştığı birkaç sezonda, bırakın sinsi çelmeleri, sille tokat yere indirildi. Hâttâ bir seferinde devlet askeri ve polisiyle şehrin karşısına dikilip “sen şampiyon olamazsın” bile dedi.

Bu ülkede, giyim kuşamınız, konuşmanız, sosyal yaşantı ve ilişkileriniz İstanbul referanslı olursa mesele yoktur. Tabiî bu konseptin içine kulüp binaları İstanbul’da bulunan üç büyük takımdan birinin taraftarı olmak da vardır. Sadece bu sonuncu maddeyle bile ülkenin makûl ve makbul vatandaşları arasına girebilirsiniz. Bir ülkede hâkim rüzgâr yönü neyse, bitki örtüsünden tutun da şehirlerin dokusuna kadar birçok şey o istikamete göre konumlanır. Ters yönden esen rüzgâr her şeyi altüst eder ve pek sevilmezler. En basitinden baş ağrısı yapar insanlarda. Bilindiği gibi İstanbul’da bu ters rüzgârın yönü lodostur. İstanbul’da her şeyin poyraza göre düzenlenmesi normaldir, normal olmayan bütün ülkenin aynı düzene tabi olmasıdır. Bu ülkenin birçok bölgesinde insanlar radyolarında bin kilometre uzaktaki bir köprünün trafik durumunu dinlerler.

Trabzonspor’un eski adı Türkiye 1. Ligi, yeni adı sponsor adı + Süper Lig’deki 37 yıllık serencamı, örtülü bir sınıf mücadelesinden başka bir şey değildir. Şükürler olsun ki Trabzonlular bugüne kadar bunu böyle algılamamışlar; göç vermişler, şehit vermişler, vergi vermişler ve vatandaşlık bağlarını en üst düzeyde korumaya özen göstermişlerdir. Trabzonspor’u üst kimlik olarak kabul etmelerine rağmen takımlarına reva görülen zulmü kimliklerine yapılan bir muamele olarak görmemişlerdir. İyi hoş da, bu ne zamana ve nereye kadar böyle devam edecektir? Ülkenin bir başka tarafında kimlik yüzünden yaşanan ve lodostan çok daha fazla baş ağrıtan bir sorun varken, benzer bir sorun daha mı çıkarılmak istenmektedir? Ne demek istediğimizi anlamakta zorlananlar ve meseleyi abarttığımızı düşünenler varsa, bir zahmet kendilerini Trabzon(spor)luların yerine koysunlar ve ne kadar tahammül edebileceklerini bir tartsınlar bakalım. Tahammül sınırını aştıklarında da neler olabileceğini...

Bu arada Trabzon’da hâkim rüzgâr yönü de lodostur. Coğrafya bilginize katkı olsun diye, başka bir şey değil...

14 Aralık 2011 Çarşamba

El Clasico’nun söyledikleri...

Oynanan son El Clasico, Barcelona özelinde futbolun selametini düşünenlere derin bir nefes aldırdı. Son yıllarda Barcelona’nın rakibine bariz bir üstünlük sağlamasından sonra, bu sezon Real Madrid’in üst düzey bir performans göstermesi ve hâlihazırda klasmanda Katalan rakibinden burun farkıyla da önde olması, “Bu sene galiba farklı olacak. Acayip hırs yapmışlar” gibi yorumlara sebebiyet veriyordu.

Ancak gelgelelim, Madrid temsilcisi El Clasico tarihinin en erken golünü atarak müsabakaya 1-0 galip başlamasına rağmen, ilerleyen dakikalarda rakibinin her zamanki oyununu oynamasına ve kendisini farklı yenmesine engel olamadı. “Her zamanki oyunu” dedik. Gerçekten de Barcelona diğer rakiplerine karşı oynadığı oyundan farklı bir oyun şekli sergilemedi. Maçın hemen başında mağlup duruma düşmesine ve rakibinin “acayip hırsına” rağmen serinkanlı futboluyla yine galip gelmesini bildi.

Bu sonuç beni yıllar öncesine götürdü. 1978 senesi. Trabzon Şalpazarı’nda yaşıyoruz, babam da Şalpazarı Lisesi’nde beden eğitimi öğretmeni ve lisenin voleybol takımını çalıştırıyor. Komşu nahiye Beşikdüzü’nde (sonradan iki nahiye de ilçe oldular) liseler arası bahar turnuvası düzenleniyor. İlçemiz Vakfıkebir, Beşikdüzü ve Şalpazarı’nda faaliyet gösteren liselerin takımları turnuvada oynayacaklar ve Şalpazarı Lisesi takımı da altın çağını yaşıyor. Akıllara zarar imkânsızlıklara rağmen Trabzon şampiyonu oluyor filan.

Turnuvada iki grup var. Birinde Şalpazarı Lisesi önüne geleni yere seriyor, diğerinde Vakfıkebir Lisesi. Benim ve birçoklarının gözünde ikisi de çok güçlü, muhtemelen final oynayacaklar ve final çok zorlu geçecek. Gerçekten de iki lise takımı finale kalıyorlar. Biz de her maça Şalpazarı’ndan gidip, akşamları dönüyoruz. Final öncesi akşamı babama endişeyle “Rakip çok güçlü, bizi yenebilir mi?” diye soruyorum. Rahmetli adam son derece alaycı ve kendinden emin bir tavırla bize rakip olamayacaklarını söylüyor.

Ertesi gün finalde Vakfıkebir Lisesi Şalpazarı Lisesi önünde darmadağın oluyor. Sevinmekle birlikte, grup maçlarında çok başarılı olan bir takımın bu kadar aciz kalmasına da şaşırıyorum. Şalpazarı Lisesi ise her zamanki oyununu oynuyor, farklı bir şey yok. El Clasico da aynı öyle. Real bu sene şöyle farklı, böyle hırslı, galiba bu sefer bırakmayacaklar, yok istatistiklere göre Morinho’nun takımları üç puan farkla lider olduktan sonra hep şampiyon olmuş, vesaire, vesaire, vesaire... Real Madrid tabii ki şampiyon olabilir. Fakat genele bakıldığında kimin başarılı olduğu net olarak görülür.

Futbolun geleceği, Morinho felsefesinde ya da çılgın transfer politikasında değildir. Böyle dediğimiz zaman derhal itirazlar geliyor ve Barcelona’nın da pahalı transferler yaptığı, aslında Real Madrid’den bu anlamda pek bir farkı olmadığı söyleniyor. Öyle değil. Xavi, İniesta, Messi gibi kaliteleri üreten bir fabrika pekâlâ o transfer ettiği futbolcular ayarındakileri de üretir. Üretmese bile kalede idare eden Valdes gibi birini de mi çıkarıp gemisini yürütemez? Pek güzel yürütür, nihayetinde bu bir takım oyunudur. Klâs ve kaliteden daha önemlisi uyumdur çünkü. Ancak sanırım transfer zamanlarında psikolojik faktörler devreye giriyor ve rakip Real Madrid’in parlak transferleri ortalama taraftarın gözünü kamaştırıyor, homurdanmalar başlayınca Barcelona da paraya kıyıp patlatıyor bombayı... Yoksa Valdes’ten iyi kaleci mi yok şu âlemde de yerine başka isim düşünmüyorlar?

Bu rekabetin son yıllardaki hali, futbolda iki zihniyetin mücadelesidir ve futbolun selameti Barcelona tarafının galip gelmesinden geçmektedir. Yaşı müsait olanlar, 1980’li yıllarda rollerin farklı olduğunu ve Real Madrid’in bizim idealize ettiğimiz sistemin bayrağını taşıdığını bilirler. O zamanki Real’den yedi-sekiz kişi İspanya Milli Takımı’nda oynardı ve hepsi de altyapı ürünüydü. O 1950-60 arası altın çağını saymazsak belki en başarılı dönemiydi aynı zamanda. Barcelona da o zamanlar darmadağınık bir görüntü sergiliyor, takımı bir toplayıp bir dağıtıyor, Avrupa’nın ünlü isimlerini getirip gönderiyor, bir türlü dikiş tutturamıyordu. Maradona gibi bir ismin gelip de başarılı olamadan ayrıldığı süreç de o döneme rastlar. Her şey Cruyff’un gelişiyle başladı ve Barcelona bugünlere geldi. Dileriz cümle âleme örnek olur, başarılı olacağız diye etten kemikten bir faniye fabrikalar kurmaya yetecek kadar para verileceğine üretime ağırlık verilir, futbolda her yer gül iklimi olur. Bilindiği gibi ekonomide bütün olumsuzlukların panzehiri üretimdir. Bizce futbolda da öyle.

14.12.2011, Taraf



6 Aralık 2011 Salı

Bizi ayıran nehir

Geçen hafta sonu herkesin bildiği gelişmeler husule gelince tansiyon yine yükseldi, ortalık yine hareketlendi. Tartışmalar bitip tükenmek bilmiyor, herkes meselenin hukuki boyutunu çözmeye, olayların seyrini önceden görmeye çalışıyor.

Hukuktan ancak sokaktaki adam kadar anlarız. Dolayısıyla “falan numaralı maddede şöyle yazdığına göre böyle böyle olmalı” diye ahkâm kesmeyeceğiz. Bildiğimiz, hukukun eninde sonunda tecelli edecek ve hakkın yerini bulacak olduğudur.

Bize öyle geliyor ki, Türk futboluna bir çekidüzen verme kararı alındı ve büyük bir operasyon başlatıldı. Bu kararı alan güç öyle böyle değil, Aziz Yıldırım gibi birini beş aydır içeride tutabilecek çapta bir güç ve eğer mezkûr şahıs dışarı çıkarsa neler olup biteceğini de hesaplayacak kadar basiret ve feraset sahibidir elbet. Bunu zaten başından beri muhtelif zamanlarda söyledik. Geçen zaman zarfında fikrimizi değiştirecek bir gelişmeye kendi adımıza şahit olmadık. Tahmin ettiğimiz sonuca ulaşılmasına engel teşkil edecek hiçbir emare görülmüyor. Bir kanun tasarısı çıkacak oldu, o da Köşk’ten dönüverdi!..

Başa dönelim. “Herkes tartışıyor” dedik. Bu noktada önemli bir ayrıntıya vurgu yapmadan geçemeyeceğiz: Fenerbahçeliler, sürecin başından bugüne kadar topyekûn savunmaya geçmişler, cansiperane bir şekilde başkanlarını savunuyorlar. Başkanın muhatabı olduğu suçlamaların gerçek olup olmadığı umurlarında değil. Dolayısıyla mahkemenin vereceği karar da... Son olarak, bir televizyon programına telefonla bağlanan ve Fenerbahçeliliğiyle tanınan ünlü bir futbol yorumcusu, “Başkan şike yapmışsa ben de onuna beraber hapis yatarım” diyebilecek kadar kendini kaybetti.

Kamuoyu bu durumu izahta zorlandı, zorlanmaya da devam ediyor. Başkanın suçlu olma ihtimali hiç mi yoktur? Suçlu ise kendisini savunanlar da bu suça ortak olmuyor mu? En azından “biz başkanımızın suçsuz olduğuna can-ı gönülden inanıyoruz. Fakat suçluysa kim olursa olsun cezasını çeksin. Asırlık Fenerbahçe kulübü kişilerle kaim değildir” diyemiyorlar mı? Yargı süreci sonunda mahkûm olma ihtimali bulunan bir başkanı bu kadar canhıraş bir şekilde savunmak ve sahip çıkmak, 104 yıllık bir kulübün önceki başkanlarına hakaret olmuyor mu? Yoksa Fenerbahçe tarihinin “bir bütün” (!) olduğunu mu düşünüyorlar?

Konunun bir tarafında da Trabzonspor var. Tutuklu vaziyette bekleyen herhangi bir mensubu olmasa da iddianamede adı geçiyor ve onların da ceza alma ihtimalleri var. Pekâlâ, Trabzonsporlular bunun karşılığında ne yapıyorlar? Ne yapacaklar, dalgalı bir seyir takip eden soruşturma sürecinde zaman zaman başkan ve yöneticilerinin pisliğe bulaşmış olması ihtimali belirir belirmez onları istifaya davet ediyorlar. İddianame mahkemeye sunulduğu gün, içeriğinden bazı kesitler kamuoyuna düştükten sonra bir grup taraftar istifa eylemi yapmaya niyetlendi, çünkü orada Başkan Sadri Şener ve Yönetici Nevzat Şakar’ın da ismi geçiyordu.

1984’teki son şampiyonluğundan bu yana defalarca hakkı olduğu şampiyonluk elinden alınan bir camia her şeye rağmen hukuka güvenerek, eğer suçu varsa kendi yöneticilerinin de cezalandırılmasını isteyerek sessiz sedasız hakkının iade edilmesini beklediği halde, asırlık çınarın sergilediği psikoloji anlaşılır gibi değil.

Geçmişten bir örnekle önümüzdeki dönemlere projeksiyon yapmaya çalışarak bitirelim. Hatırlanacağı üzere 2002 seçimlerinden AK Parti zaferle çıkmıştı ama Tayyip Erdoğan hâlâ yasaklıydı ve vekil olamamıştı. Başbakan Abdullah Gül oldu, sonra bir de baktık ki Erdoğan Batı’da cirit atıyor ve oraların başbakanlarıyla, cumhurbaşkanlarıyla başbakan gibi görüşüyor. Öte yandan da bütün ülke kendisinin yasağının kalkıp da başbakan olup olamayacağı hakkında yorumlarda bulunuyor.

O günlerde Batı’nın vaziyeti bildiğini ya da sezdiğini, yasaklı kalacak biriyle böylesine üst düzey görüşmeler yapmayacağını düşünmüştüm. Buna bağlı ve ilave olarak bizim bitip tükenmek bilmeyen bir illüzyon dünyasında yaşadığımızı... UEFA da Şampiyonlar Ligi’ne Fenerbahçe yerine Trabzonspor’u davet edince bu örneği hatırladık.

7.12.2011 Taraf


30 Kasım 2011 Çarşamba

Centilmenliğin dozu kaçarsa…

Geçen hafta sonu Trabzon’da oynanan Trabzonspor-Beşiktaş maçı öncesi ve esnasında ilginç görüntülere şahit olduk. Trabzonspor’un son zamanlarda adını fazlaca duyuran bir taraftar grubu, Futbol Federasyonu'nun 4 büyük takımın birbirleriyle oynadıkları maçlara deplasman taraftarı alınmaması kararına tepki amacıyla Beşiktaşlı taraftarları maça davet etti. Karşılıklı dostluk gösterilerinde bulunuldu. Adı geçen Trabzonlu Gençler grubunun liderinin Beşiktaş forması giymesi ise eleştirilere konu oldu.

Kuşkusuz bu olan bitenin ardında iyi niyet vardır ve biz de deplasman yasağını onaylamıyoruz. Daha ötesini söyleyelim, İstanbul’daki maçlarda tribünlerin eşit oranda taraftarlara verildiği günleri çok özlüyoruz. Ancak tam da bu noktada gözden kaçmaması gereken bir incelik var, bize göre çok önemli. Ne demek istediğimizi açıklayabilmek için önce biraz gerilere gidelim:

Yıllar önce Trabzonspor Resmi Kulüp Dergisi’nde İbrahim Can ile yapılmış bir röportaj yayınlanmıştı. Ünlü sanatçı şöyle diyordu: “Galatasaray ve Beşiktaş bizim yumuşak karnımızdır. Fenerbahçe’ye karşı bu kulüplere göre daha fazla antipati besliyor oluşumuz, çocuklarımızı bu kulübün taraftarı olmaktan alıkoyuyor ama diğer ikisine karşı o kadar fazla tepki göstermediğimiz için çocuklarımız Trabzonspor ile onların arasında pek fazla bir fark görmüyorlar ve bir kısmı onların taraftarı oluyor

Kelimesi kelimesine aklımda kalmadı ama mealen böyleydi. Taraftarlığın sosyo-psikolojisinde rekabet vardır, “ötekileştirme” vardır. Husumet ve nefret kesinlikle olmamalı tabiî ama bir taraftar lideri centilmenlik uğruna rakip takımın formasını giyerse orta ve uzun vadede son derece olumsuz sonuçlara sebep olabilir, niyetiniz ne kadar halisane olursa olsun. Bir siyasetçi ya da bürokrat, pozisyonu icabı ve sosyal barış adına tutmadığı takımın formasını da giyer, atkısını da takar, kulüp üyesi de olur. Onlara bakılmaz. Fakat taraftarlığın ta içinde ve rol model pozisyonundaki birisi centilmenlik gösterisini bu kadar ileri götürürse yumuşak karın teorisi pekâlâ devreye girebilir.

Yine yıllar önceki bir yazımızda savunduğumuz gibi rakip taraftarlar maça gelsin, hâttâ onları stadın dışında çiçeklerle karşılayalım, dostluk yemekleri filan yiyelim ama stada girince herkes evine, köylü köyüne… Bundan ileri gidilirse yarın öbürgün çocuklarımızın sırtında da aynı formaları görmeye başlarız da hiçbir şeycik diyemeyiz onlara. Bu toplumun içine kin ve nefret tohumları ekmek demek değildir, fakat rekabetin dozu haddinden fazla düşürülürse renkler de birbirine karışmaya başlar.

Trabzonsporluların çocuklarının başka takımların taraftarları olacakları yönünde bir kaygıları var. Taraftarlığın başarı odaklı bir kavram olarak algılandığı bir ülkede hiç de haksız bir kaygı sayılmaz bu. Eğer geçen hafta sonu gerçekleştirilen centilmenlik aksiyonu Anadolu kulüplerinin taraftarlarına yapılırsa bundan Trabzonspor kârlı çıkar. Trabzonluların çocuklarının Bursasporlu, Sivassporlu, Antalyasporlu olacak halleri yok ama o vilayetlerin çocukları -şu yumuşak karın meselesi yüzünden- kolaylıkla Trabzonspor taraftarı olabilir. Böylece hem taraftarlığın şiddet gibi olumsuz yanları mümkün mertebe bertaraf edilir, hem de taraftar kazanmış olursunuz. Taraftar değilse bile sempati kazanırsınız.

Bir kare görüntüden bir şey olmaz, tek çatlaktan su kaçmaz” dememek lazım. Taraftar olmak grip olmak gibidir. Arkanız terlidir, açık pencereden hafif bir rüzgar vurur ve bir anda şifayı kaparsınız. (Her birimiz taraftarlığımızın nasıl başladığını hatırlayalım lûtfen) İşin kötüsü grip geçer de taraftarlık ömür boyu yakanızı bırakmaz.

30.11.2011 Taraf

16 Kasım 2011 Çarşamba

Milli Takım, milli sorun...

Siz bu yazıyı okuduğunuz saatlerde Türkiye Milli Takımı’nın 2012 Avrupa Şampiyonası’na gidip gitmeyeceği belli olacak. Aslında bizimki spiker ihtiyatı. Hani son dakikaları oynanan bir maçta takımların biri açık farkla öndeyse, bizim spiker “filan takım maçı kazanmak üzere, büyük bir sürpriz olmazsa...” filan der ya mağlup takımın taraftarını rencide etmemek için... Bizim öyle bir amacımız yok ama onlardan alışkanlık ettik işte.

Milli Takım bizde milli bir sorundur. Daha doğrusu, “milli sorun”un yeşil saha ve civarına yansımasıdır. Çarpık milliyetçilik anlayışımız, hayatın her alanına yansıdığı gibi futbola da yansımıştır ister istemez. Kimsenin net bir sayı veremediği kadar etnik grubun yaşadığı bir coğrafyada herkes kendini muğlâk Türk tanımının içine koyar, olumsuzluk hallerinde sorumluluğu diğer bir gruba ya da gruplara yükler, kendi grubunu sıyırır işin içinden. Böylece hiçbir ciddi sorun çözülmeyip kangren haline geldiği gibi üstüne yeni sorunlar da eklenir.

Milli Takım’ın da iyi günlerinde başarıya herkes sahip çıkar, başarısızlık halinde sorumlu, takımda yer alan “diğer” takımların futbolcularıdır. Teknik direktör de bizim takım kökenliyse masumdur, başka bir takımdansa en büyük suçludur. Yabancıysa zaten tükürük hokkasıdır, bir anda futbol cahili ilan edilir, dünyanın en büyük kariyerine sahip hocası bile olsa ahır küreğiyle kovalanmaktan kurtulamaz.

Bu kronik haletiruhiyenin üzerine bir de “3 Temmuz süreci”nin travmatik etkileri eklenince, 0-3’lük bozgunun yıkımı çok daha büyük oldu. Yıllar önce, İnönü Stadı’nda İngiltere’ye 8-0 yenildiğimiz maçta kaleci Yaşar son dakikalara doğru bir gol kurtarmış, seyirci alaylı bir şekilde alkışlayınca ünlü kaleci tribünlere doğru şöyle bir bakıvermişti sadece. Hırvatistan maçında sahadaki bazı futbolcuların tribünlerin tepkisine verdikleri cevap, 3 Temmuz sürecinin getirdiği psikolojiden bağımsız değildir ve sürecin odağındaki takıma mensup oyuncuların anormal derecede kötü performansları dikkatten kaçmamıştır. Takımı sabote edecek halleri yok, bizim de böyle bir kuşku aklımızdan geçmez ve zaten diğer oyuncular da onlardan daha iyi performans sergileyememişlerdir ama söz konusu arkadaşlarda bariz bir moral bozukluğu olduğu da kesindir. Tüm bu olup bitenler, sonuçta ülke futboluna çok büyük zarar vermiştir, malûm operasyonun bir an önce nihayete kavuşturulması gerekmektedir. Ondan sonra hastalıklı bünyeyi iyileştirme umuduna sahip olabiliriz.

Bu arada, sevgili medyamızın sahada protesto edilen futbolculara karşı gösterdikleri âlicenap tavır da gözlerimizi yaşartmadı değil. 30 yıl önce bir milli maçta, takımda sayısal ağırlığı söz konusu olan bir lig takımı tribünler tarafından topluca “dışarı!” davet edilmişti de kimsecikler oralı olmamıştı.

Bu iyileştirme öyle kolay olmayacaktır, çünkü hastanın iyileşmesi için önce hastalığını ve tedaviyi kabul etmesi gerekmektedir. Söz konusu süreçte Türkiye futbol kamuoyunun önemli bir kısmının sergilediği tavırlara bakılırsa, 3 Temmuz öncesi dönemden pek de bir şikâyetleri bulunmadığı anlaşılmaktadır. O halde ya aradaki bağlantıyı kurmaktan acizlerdir ya da Milli Takım’ın (genelde Türk futbolunun) başarısı diye bir problemleri yoktur muhteremlerin.

Türkiye futbolunun gelişip serpilmesi, sağlıklı bir rekabet ortamının tesis edilmesi ve istikrar kavramına inanılmasıyla mümkün olacaktır, falanca gitsin-filanca gelsin diye sayıklamayla değil. Kimler geldi, kimler geçti ama makûs talihimizi bir türlü yenemedik. Herkesin başarılı addettiği Abdullah Avcı’nın başarısının altında yatan en önemli sebep, uzun yıllardır aynı kurumda çalışıyor olmasıdır. Başarı saplantısı olmayan bir kurumda... Püf noktası tam da burası. Başarı saplantısı olmayan...

16.11.2011 Taraf


2 Kasım 2011 Çarşamba

Halka rağmen, halk için…

Garip bir lig izliyoruz. Maçlar oynanıyor, birileri kazanıp diğerleri kaybediyor, birileri atıp diğerleri yiyor. Görünüşte her şey normal, ancak herkes biliyor ki bu bir rüya. Bazı rüyalar vardır ya hani, orta yerinde rüya olduğunu anlarsınız da rüyanın niteliğine göre biteceğine üzülür ya da sevinirsiniz.

Bir süre sonra açıklanması beklenen bir iddianame var. İçeriğinde bazı takımların düşmesi ve bazı takımların da puanlarının silinmesi gibi taleplerin yer aldığı şeklinde söylentiler dolaşıyor. Yakın geçmişte olan bitenler de açıklanacak iddianamenin şakasının olmadığına karine oluşturuyor. Yani gerçekten bir şeyler olacak, taşlar yerinden oynayacak anlaşılan.

Ancak gel gelelim, bazı kesimler bunun bir rüya olmadığına, her şeyin doğal (!) mecraında akıp gideceğine inanmak istiyor. Aylardır tutuklu bulunan başkanları için doğum günü partileri düzenliyorlar, her fırsatta kendisine biat ediyorlar vs.

Daha önce de analiz etmeye çalıştığımız gibi bu sosyal bir sorundur. Bakınız, geçtiğimiz günlerde ülkemizde bir deprem meydana geldi ve yıkılan binalar içinde son yıllarda inşa edilenler de bulunuyor. Halbuki 12 yıl önce yine bu ülkede asrın felaketi yaşanmış ve yapı kalitesinin ne halde olduğu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştı. O depremin bu topraklardaki son deprem olmadığını da herkes biliyordu. Akıl ve mantığın gerektirdiği şey neydi o zaman? Eski binaları depreme dayanıklı hale getirmek, yeni yapılanları da dayanıklı inşa etmek. Büyük deprem beklenen İstanbul’da böyle bir seferberlik göremedik, yeni yapılan binalar da bilmiyoruz ne kadar dayanıklı inşa edildiler…

Bu gaflet ve dalalet halinde bütün sorumluluğu yönetici kesime yüklemek büyük bir haksızlık olur. Toplum felaket gelince yardımını esirgemiyor ama felaketin geleceğini düşünmek bile istemiyor. Sanki hiç olmayacakmış gibi davranıyor. Van depreminden sonra başbakan “yıkacağız!” deyince bir televizyon programı sokaktaki vatandaşa fikrini sordu. Vatandaş tam anlamıyla kem küm etti. İnanılır gibi değildi doğrusu. Bilimsel veriler depremin kesin olacağını söylüyor, fakat vatandaş oturduğu binanın daha dayanıklı hale getirilmesi konusunda çekimser davranıyor. Hâttâ Mustafa Karaalioğlu’nun yazısından öğrendiğimize göre kentsel dönüşüm projesi mevcut iktidara oy kaybettiriyor. Vatandaş evlerinden çıkarılıp sokağa atılacağına inanıyor.

Şike soruşturmasıyla artık kangren olmak üzere olan Türk futboluna neşter vurulmuştur. Bu daha temiz ve daha kaliteli bir futbol ortamı sağlanması için büyük bir fırsattır. Fakat aynı şu bina kalitesi konusunda olduğu gibi vatandaş (yani taraftar) direniyor, rüyasından uyanmak istemiyor. Fakat eninde sonunda herkes uyanacak, rüyayla gerçeği birbirine karıştıran insanların uyku sersemliğiyle sergilediği komik hareketler gibi kalacak bugün şahit olduğumuz bazı manzaralar.

Gerek şike soruşturmasına ve gerekse deprem konusuna bakış açısında önemli bir noktanın anlaşılmış olması lazım gelmektedir: Bu işler öyle bilinçlendirmeyle, eğitmeyle olmuyor, olacak gibi de değildir. Nasıl ki dünyanın en çok sigara içilen ülkelerinden biri olan Türkiye’de kapalı mekanlarda içilmesi yasaklanmış ve bu yasağa paşa paşa uyulmuştur, bu da iktidara oy moy kaybettirmemiştir… Yıllarca sigaranın zararlarının anlatılması hiç para etmemiştir ve yasaktan sonra sigarayı bırakanların sayısı artmıştır. Bu meselelerde de aynen öyle yapılmalı, doğru neyse en kısa yoldan ona ulaşılmaya çalışılmalıdır.

Halka rağmen halk için” misali oldu, farkındayım ama hapisten yönetilmekte bir sakınca görmeyen, sanki bundan keyif alan bir kitlenin ikna edilerek makûl bir çizgiye getirilebileceğine sizin aklınız kesiyor mu?

2.11.2011, Taraf


8 Ekim 2011 Cumartesi

Hürriyet; batmayan gemi midir?

Önce biraz gerilere gidelim: 1983-83 sezonu, bahar ayları. Üç takım, yani Fenerbahçe, Galatasaray ve Trabzonspor nefes nefese şampiyonluk yarışında. Trabzon’da Trabzonspor ve Galatasaray lig maçı oynuyor ve Trabzon 2-0 kazanıyor. Ben İstanbul’da yaşıyor ve düzenli olarak Hürriyet gazetesi okuyorum. Ertesi günü heyecanla gazeteyi elime alıyor ve spor sayfasını açıyorum. Hiç unutmuyorum, manşet şu: G.Saray’a bir darbe daha.

Şaşkınlıktan dona kalıyorum. Bir şampiyonluk adayı diğerini yenmiş, büyük gazete yenileni manşet yapıyor. Sanki galip gelenin de yarışla hiç alakası yok, gereksiz yere tekere çomak sokmuş. Aradan zaman geçiyor, tatilde memleketim Trabzon’a gidiyorum. Birkaç gün sonra evin bir köşesinde gazete parçası görüyorum, üzerinde koca bir manşet gözüme çarpıyor. Bakıyorum, Hürriyet gazetesi! Okuyorum: Trabzon geliyor, Trabzon…

Sürekli aldığım ve okuduğum gazete, ne zaman çıktı bu haber? Alıp inceleyince görüyorum ki, şu bizim maçın ertesi günkü nüshası ve Trabzon baskısı… Yani İstanbul’da öyle, Trabzon’da böyle… Allak bullak oluyorum. Takip eden ay ve yıllarda sayısız icraatini görüyorum ve giderek kopuyorum büyük gazeteden.

Ülkede takkenin düşüp kelin görünmesi hayli zaman alıyor. Örneklerle kafa şişirmeyelim. 28 Şubatlar, kaosa kalkan eller, Ergenekonlar ve en son şike operasyonu. Büyük gazetenin çizgisi ve olup bitenler karşısındaki tavrı değişmiyor.

Hürriyet’in devletin gazetesi olduğu, bizzat en yetkili ağzı tarafından bir röportaj esnasında dile getirildi. Getirmesi de şart değildi gerçi, herkesin gözü önünde gerçekleşen bir çok hadise bunun açık işaretiydi. Başka hiçbir gazete mensubunun bulunmadığı son derece kritik yer ve zamanlarda sadece Hürriyet muhabirinin bulunması, dünyanın en önemli siyasetçilerinden birinin cenazesinde Türkiye’nin en üst düzey politikacılarıyla birlikte bir anda ekranda gazetenin genel yayın yönetmeninin görünüvermesi…

Şike operasyonu üç ay önce başladı, devam etti ve şimdi bekleme modunda. Biz de “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” aceleci romantizmine kapılırken, bir çok tartışmayla birlikte yeni sezon başladı ve bir de gördük ki, tartışmalı hakem kararları aynen devam ediyor. Sanki hiçbir şey olmadı bu ülkede. Bu bizim sahada gördüğümüz kısmı, operasyon esnasında basına sızan kirli ilişkiler de aynen devam ediyordur Allah bilir. “Bu nasıl olabilir? Bir sürü insan cezaevinde” diyebilirsiniz. Bu ülkede Ergenekon operasyonu sonrası çok daha fazla insan cezaevindeyken, dışarıda zulalardan dünya kadar darbe planı çıkmadı mı?

Hep diyoruz ya, insanoğlu zayıftır diye. Değişimi hemen algılayamıyor, hele de istemediği bir istikamette gerçekleşmiş ve gerçekleşiyorsa. Yazılan ve gösterilenlere bakılırsa, Titanic batmasına sebep olan darbeyi aldıktan sonra, içindeki insanlar bir süre daha hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam etmişler. Okyanus’un ortasında seyreden bir gemide insanın en son inanmak isteyeceği şey, geminin batacak olmasıdır elbet.

Bizim Amiral Gemisi’nin içindekilerin de Titanic gibi asla batmayacak olduğuna inanmaları normaldir. Son olarak bir röportaj vasıtasıyla Trabzon(spor)lulara ağır hakaret edilmesine izin veren büyük gazete, gelen tepkiler sonrası geri adım atmıştır ama bu hakaretin gözden kaçan bir şey olması ihtimali yok denecek kadar azdır. Kanaatimize göre hesaplı yapılmış, hoşuna gidenlerin yürekleri soğutulmuş, sonra Trabzonspor tepkisi gelince geri adım atılmış ve onların gönlü yapılmış, gazları alınmıştır. Trabzonsporlular bu zaferleriyle (!) ne kadar övünseler azdır. İnsanların ve toplulukların enerjileri sınırlıdır, olur olmaz yerlere harcarsanız esas harcamanız gereken yere bir şey kalmaz.

Elbet bu devran böyle gitmez. Şike meselesi sona erdiğinde biraz gecikmeli de olsa geminin batmakta olduğunu anlayacaklardır. Artık gemiyi batmayacak diye tasarlayan mühendis gibi intihar mı ederler, o filmdeki herif gibi bin türlü dalavere çevirip filikalarla mı sıvışırlar, ne yaparlar bilmiyorum. Tarih tekerrür ediyor, insanoğlu aynı rolü oynayıp duruyor.

8.10.2011, Taraf

29 Eylül 2011 Perşembe

Fenerbahçe, Ömer Çelik ve Magna Carta…

Geçtiğimiz günlerde gazetelerde bir haber yayınlandı. Gerçi kısa süre sonra ilgili kişiler tarafından yalanlandı ama biz yine de üzerinde durulmasında fayda görüyoruz. Çünkü söz konusu olay ilk örnek değil, anlaşılan son da olmayacak.

Haberde, bir takım gizli görüşmeler yoluyla Sporda Şiddet yasasının çok ağır olduğu gerekçesiyle yumuşatılmaya ve cezaların bireyselleştirilmeye çalışıldığı, görüşme trafiğinde AK Parti Genel başkan yardımcısı Ömer Çelik’in de yer aldığı, hem iktidar hem de muhalefet partilerinin bu değişikliğe sıcak bakıyor olmalarına rağmen Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe’yi kurtarma operasyonu şeklinde algılanacağı yönündeki endişeler sebebiyle bu çalışmayı spor camiasının yapmasından yana oldukları iddia ediliyordu.

Dediğimiz gibi haber sıcağı sıcağına yalanlandı ama içinde Ömer Çelik ismini görünce biz yıllar öncesine gittik. On yıldan biraz fazla bir zaman önce, takvimler 28 Mayıs 2001’i gösterirken Yeni Şafak gazetesinde Ömer Çelik imzasıyla bir köşe yazısı yayınlandı. AK Parti’nin kurulmasına birkaç ay var ve günümüzün genel başkan yardımcısı o zamanlar Yeni Şafak’ta köşe yazarı. Fenerbahçe de 4 yıl süren bir Galatasaray döneminin ardından şampiyon olmuş. Ve bakınız Fenerbahçeli olduğu anlaşılan sayın Çelik “Fenerbahçe Cumhuriyeti!” başlıklı yazısında neler söylemiş: “Herkes bilir ki, Fenerbahçe Fenerbahçe'den öte birşeydir. Bunun böyle olması, sadece bir taraftarın önyargısı değildir. Sosyolojik temeli olan, katmanlara yayılmış ve hiç kuşkusuz etnik anlamda değil "buralılık" anlamında Türk kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır, "Fenerbahçelilik".

Yazının tamamını almak isterdik ama tabiî ki yerimiz müsait değil ve zaten isteyenler de gazetenin arşivinden bulup okuyabilirler. Ömer Çelik, devamında Galatasaray’ın göz kamaştırıcı başarılarının toplum dinamiklerinin ürünü değil, kendine özgü büyük sermaye vurgulu kök-sınıfsal (?) kimliğinin kendi içinde başlayıp biten ve sürekliliği olmayan bir Galatasaray klasiği olduğunu ima ve analiz ediyordu.

Gel gelelim, Fenerbahçe hiç de öyle değildi. Sayın Çelik’e göre “Fenerbahçe'nin başarısı Türkiye'nin özgün dinamiklerinin ayakta olduğu anlamına gelir.”di. “Eğer Fenerbahçe, herhangi bir şampiyonluk sonrası gözünü Avrupa'ya diken bir takım haline gelmişse, bu durum açık bir toplumsal-siyasal sonucun dip dalgalarının müjdesini verir her zaman.”dı. Fenerbahçe, "Fenerbahçe Cumhuriyeti"ydi. Fenerbahçe Türkiye'nin toplumsal katmanlarının "Magna Carta"sıydı.

Bütün bu ifade ve iddiaları, rakip takımın uzun süren ve bunaltan bir başarı döneminden sonra gelen şampiyonluğun verdiği bir duygu patlaması olarak da okuyabiliriz belki. Uzun lafın kısası, Galatasaray’ın bu başarıları -ne kadar göz kamaştırıcı olursa olsun- biraz “öteki”ydi, “yabancı”ydı ve “arızi”ydi. Fenerbahçe’nin başarılarıysa tamamen yerli ve toplumun öz dinamiklerine aitti. Bu arada Fenerbahçe gözünü Avrupa’ya dikmişti ama diktiğiyle kalmıştı anlaşılan. Aradan 10 sene geçti, Fenerbahçe’nin Avrupa maceralarından aklımızda kala kala Zico döneminde gerçekleşen Şampiyonlar Ligi çeyrek final başarısı kaldı. Az şey midir? Kesinlikle hayır. Ancak Ömer beyin coşkusuna bakılırsa yakın geleceğin Barcelona’sı geliyor sanırsınız. O zaman kulüp başkanının koyduğu üç yıl içinde Avrupa’da kupa kaldırmak hedefi ise unutuldu gitti.

Şike soruşturmasında son karar ne olacak bilmiyoruz. Fakat Fenerbahçe suçlu bulunup da cezalandırılırsa, sayın Çelik’in şu toplumun dinamikleri konusunda neler söyleyeceğini çok merak ediyoruz. O zaman bu dinamikler başarı yerine suç mu üretiyor sayılacaklar acep? Hele iddia ettiği gibi Fenerbahçe Cumhuriyeti Türkiye’nin toplumsal katmanlarının "Magna Carta"sıysa işimiz gerçekten çok zor demektir. Ne diyeceğiz o zaman? Elin Magna Carta’sı dünyanın seyrini değiştiriyor, bizimkiyse… O halde dua edelim de Magna Carta’mız sürecin sonunda aklansın, paklansın, biz de toplum olarak temize çıkalım. Ondan sonra hep birlikte Avrupa’ya gözümüzü dikelim ve kök-sınıfsal olmayan başarılarımızın hayalini kuralım.

30 Eylül 2011, Taraf