20 Aralık 2011 Salı

İstanbul’da poyraz, Trabzon’da lodos...


Trabzonspor 1974-75 sezonunda eski adıyla Türkiye 1. Ligi’ne yükseldiğinde, kimse takip eden yıllarda neler olup biteceğini tahmin etmiyordu. Belki bir kişi hariç: Bir sezon önce 2. Lig’deyken Trabzonspor’la Türkiye Kupası’nda eşleşen Fenerbahçe’nin efsanevi Brezilyalı teknik direktörü Didi, “Bu takım 1. Lig’de oynar. Hem de şampiyonluğa oynar” demişti. Tabiî bu Didi’nin Türk rakısını çok sevmesine verilmiş, sevgili medyamız üç takımdan hangisinin şampiyon olacağına dair papatya falı açmaya devam etmişti.

Derken Trabzonspor gerçekten 1. Lig’e çıktı. Olabilirdi, nice Anadolu takımları çıkmış, sonra Türkiye Futbol tarihinin şan ve şeref dolu mazisinde yerlerini almışlardı. İlk sezon dokuzuncu olması da pek dikkat çekmedi bordo-mavili ekibin. Fakat ikinci sezon şampiyonluğu İstanbul dışına çıkaran ilk takım olarak herkesi şaşkına çevirecekti. Bir istisna mıydı? Hayır, takip eden yıllar öyle olmadığını gösterecekti.

İyi de her şey gayet güzel giderken nereden çıkmıştı bu Trabzonspor? Tıkır tıkır işleyen bir düzen vardı, şampiyonluk üç kulüp arasında rotasyon usulü dolaşıyordu, bütün ülke bu sisteme biat etmişti, milyonlarca insan futbolla yatıp kalkıyor, şampiyonluk yarışının tatlı heyecanıyla mesut bahtiyar yaşayıp gidiyorlardı. Gerçi Avrupa’nın kıytırık kıytırık ülkeleri her karşımıza çıktıklarında bizi fena madara ediyorlardı ama önemli değildi. Biz bize yeterdik, zaten Osmanlı onları zamanında acayip korkuttuğu için bizi çekemiyorlardı, bizim bizden başka dostumuz yoktu.

Trabzonspor sonuncusu 1984’te olmak üzere altı kez şampiyonluğa ulaştı. O kutlu çağında bile ayağına dikenler dolaşıyor, çalılıkların arasından çelmeler uzanıp kendisini düşürmeye çalışıyordu ama pek de para etmiyordu, rakiplerini sahada rahatlıkla alt edip hedefine ulaşıyordu Karadeniz takımı. Sonra işler değişti. Kendi adlarına düzenlenen kupaları vermek için stadyuma kadar lütfetmeyen başbakanların zamanından, her hafta eşleriyle birlikte lig maçlarına gelip futbola olan ilgiyi kışkırtan siyasiler dönemine geçilmişti. Belki de yetmişli yılların ikinci yarısında siyasete kanalize edilen enerji, artık futbolla absorbe edilmek isteniyordu, yeni dönemin şartları gereği. Değişen ve gelişen konjonktürde eskisi kadar başarılı olamayan Trabzonspor, şampiyonluğa çok yaklaştığı birkaç sezonda, bırakın sinsi çelmeleri, sille tokat yere indirildi. Hâttâ bir seferinde devlet askeri ve polisiyle şehrin karşısına dikilip “sen şampiyon olamazsın” bile dedi.

Bu ülkede, giyim kuşamınız, konuşmanız, sosyal yaşantı ve ilişkileriniz İstanbul referanslı olursa mesele yoktur. Tabiî bu konseptin içine kulüp binaları İstanbul’da bulunan üç büyük takımdan birinin taraftarı olmak da vardır. Sadece bu sonuncu maddeyle bile ülkenin makûl ve makbul vatandaşları arasına girebilirsiniz. Bir ülkede hâkim rüzgâr yönü neyse, bitki örtüsünden tutun da şehirlerin dokusuna kadar birçok şey o istikamete göre konumlanır. Ters yönden esen rüzgâr her şeyi altüst eder ve pek sevilmezler. En basitinden baş ağrısı yapar insanlarda. Bilindiği gibi İstanbul’da bu ters rüzgârın yönü lodostur. İstanbul’da her şeyin poyraza göre düzenlenmesi normaldir, normal olmayan bütün ülkenin aynı düzene tabi olmasıdır. Bu ülkenin birçok bölgesinde insanlar radyolarında bin kilometre uzaktaki bir köprünün trafik durumunu dinlerler.

Trabzonspor’un eski adı Türkiye 1. Ligi, yeni adı sponsor adı + Süper Lig’deki 37 yıllık serencamı, örtülü bir sınıf mücadelesinden başka bir şey değildir. Şükürler olsun ki Trabzonlular bugüne kadar bunu böyle algılamamışlar; göç vermişler, şehit vermişler, vergi vermişler ve vatandaşlık bağlarını en üst düzeyde korumaya özen göstermişlerdir. Trabzonspor’u üst kimlik olarak kabul etmelerine rağmen takımlarına reva görülen zulmü kimliklerine yapılan bir muamele olarak görmemişlerdir. İyi hoş da, bu ne zamana ve nereye kadar böyle devam edecektir? Ülkenin bir başka tarafında kimlik yüzünden yaşanan ve lodostan çok daha fazla baş ağrıtan bir sorun varken, benzer bir sorun daha mı çıkarılmak istenmektedir? Ne demek istediğimizi anlamakta zorlananlar ve meseleyi abarttığımızı düşünenler varsa, bir zahmet kendilerini Trabzon(spor)luların yerine koysunlar ve ne kadar tahammül edebileceklerini bir tartsınlar bakalım. Tahammül sınırını aştıklarında da neler olabileceğini...

Bu arada Trabzon’da hâkim rüzgâr yönü de lodostur. Coğrafya bilginize katkı olsun diye, başka bir şey değil...

14 Aralık 2011 Çarşamba

El Clasico’nun söyledikleri...

Oynanan son El Clasico, Barcelona özelinde futbolun selametini düşünenlere derin bir nefes aldırdı. Son yıllarda Barcelona’nın rakibine bariz bir üstünlük sağlamasından sonra, bu sezon Real Madrid’in üst düzey bir performans göstermesi ve hâlihazırda klasmanda Katalan rakibinden burun farkıyla da önde olması, “Bu sene galiba farklı olacak. Acayip hırs yapmışlar” gibi yorumlara sebebiyet veriyordu.

Ancak gelgelelim, Madrid temsilcisi El Clasico tarihinin en erken golünü atarak müsabakaya 1-0 galip başlamasına rağmen, ilerleyen dakikalarda rakibinin her zamanki oyununu oynamasına ve kendisini farklı yenmesine engel olamadı. “Her zamanki oyunu” dedik. Gerçekten de Barcelona diğer rakiplerine karşı oynadığı oyundan farklı bir oyun şekli sergilemedi. Maçın hemen başında mağlup duruma düşmesine ve rakibinin “acayip hırsına” rağmen serinkanlı futboluyla yine galip gelmesini bildi.

Bu sonuç beni yıllar öncesine götürdü. 1978 senesi. Trabzon Şalpazarı’nda yaşıyoruz, babam da Şalpazarı Lisesi’nde beden eğitimi öğretmeni ve lisenin voleybol takımını çalıştırıyor. Komşu nahiye Beşikdüzü’nde (sonradan iki nahiye de ilçe oldular) liseler arası bahar turnuvası düzenleniyor. İlçemiz Vakfıkebir, Beşikdüzü ve Şalpazarı’nda faaliyet gösteren liselerin takımları turnuvada oynayacaklar ve Şalpazarı Lisesi takımı da altın çağını yaşıyor. Akıllara zarar imkânsızlıklara rağmen Trabzon şampiyonu oluyor filan.

Turnuvada iki grup var. Birinde Şalpazarı Lisesi önüne geleni yere seriyor, diğerinde Vakfıkebir Lisesi. Benim ve birçoklarının gözünde ikisi de çok güçlü, muhtemelen final oynayacaklar ve final çok zorlu geçecek. Gerçekten de iki lise takımı finale kalıyorlar. Biz de her maça Şalpazarı’ndan gidip, akşamları dönüyoruz. Final öncesi akşamı babama endişeyle “Rakip çok güçlü, bizi yenebilir mi?” diye soruyorum. Rahmetli adam son derece alaycı ve kendinden emin bir tavırla bize rakip olamayacaklarını söylüyor.

Ertesi gün finalde Vakfıkebir Lisesi Şalpazarı Lisesi önünde darmadağın oluyor. Sevinmekle birlikte, grup maçlarında çok başarılı olan bir takımın bu kadar aciz kalmasına da şaşırıyorum. Şalpazarı Lisesi ise her zamanki oyununu oynuyor, farklı bir şey yok. El Clasico da aynı öyle. Real bu sene şöyle farklı, böyle hırslı, galiba bu sefer bırakmayacaklar, yok istatistiklere göre Morinho’nun takımları üç puan farkla lider olduktan sonra hep şampiyon olmuş, vesaire, vesaire, vesaire... Real Madrid tabii ki şampiyon olabilir. Fakat genele bakıldığında kimin başarılı olduğu net olarak görülür.

Futbolun geleceği, Morinho felsefesinde ya da çılgın transfer politikasında değildir. Böyle dediğimiz zaman derhal itirazlar geliyor ve Barcelona’nın da pahalı transferler yaptığı, aslında Real Madrid’den bu anlamda pek bir farkı olmadığı söyleniyor. Öyle değil. Xavi, İniesta, Messi gibi kaliteleri üreten bir fabrika pekâlâ o transfer ettiği futbolcular ayarındakileri de üretir. Üretmese bile kalede idare eden Valdes gibi birini de mi çıkarıp gemisini yürütemez? Pek güzel yürütür, nihayetinde bu bir takım oyunudur. Klâs ve kaliteden daha önemlisi uyumdur çünkü. Ancak sanırım transfer zamanlarında psikolojik faktörler devreye giriyor ve rakip Real Madrid’in parlak transferleri ortalama taraftarın gözünü kamaştırıyor, homurdanmalar başlayınca Barcelona da paraya kıyıp patlatıyor bombayı... Yoksa Valdes’ten iyi kaleci mi yok şu âlemde de yerine başka isim düşünmüyorlar?

Bu rekabetin son yıllardaki hali, futbolda iki zihniyetin mücadelesidir ve futbolun selameti Barcelona tarafının galip gelmesinden geçmektedir. Yaşı müsait olanlar, 1980’li yıllarda rollerin farklı olduğunu ve Real Madrid’in bizim idealize ettiğimiz sistemin bayrağını taşıdığını bilirler. O zamanki Real’den yedi-sekiz kişi İspanya Milli Takımı’nda oynardı ve hepsi de altyapı ürünüydü. O 1950-60 arası altın çağını saymazsak belki en başarılı dönemiydi aynı zamanda. Barcelona da o zamanlar darmadağınık bir görüntü sergiliyor, takımı bir toplayıp bir dağıtıyor, Avrupa’nın ünlü isimlerini getirip gönderiyor, bir türlü dikiş tutturamıyordu. Maradona gibi bir ismin gelip de başarılı olamadan ayrıldığı süreç de o döneme rastlar. Her şey Cruyff’un gelişiyle başladı ve Barcelona bugünlere geldi. Dileriz cümle âleme örnek olur, başarılı olacağız diye etten kemikten bir faniye fabrikalar kurmaya yetecek kadar para verileceğine üretime ağırlık verilir, futbolda her yer gül iklimi olur. Bilindiği gibi ekonomide bütün olumsuzlukların panzehiri üretimdir. Bizce futbolda da öyle.

14.12.2011, Taraf



6 Aralık 2011 Salı

Bizi ayıran nehir

Geçen hafta sonu herkesin bildiği gelişmeler husule gelince tansiyon yine yükseldi, ortalık yine hareketlendi. Tartışmalar bitip tükenmek bilmiyor, herkes meselenin hukuki boyutunu çözmeye, olayların seyrini önceden görmeye çalışıyor.

Hukuktan ancak sokaktaki adam kadar anlarız. Dolayısıyla “falan numaralı maddede şöyle yazdığına göre böyle böyle olmalı” diye ahkâm kesmeyeceğiz. Bildiğimiz, hukukun eninde sonunda tecelli edecek ve hakkın yerini bulacak olduğudur.

Bize öyle geliyor ki, Türk futboluna bir çekidüzen verme kararı alındı ve büyük bir operasyon başlatıldı. Bu kararı alan güç öyle böyle değil, Aziz Yıldırım gibi birini beş aydır içeride tutabilecek çapta bir güç ve eğer mezkûr şahıs dışarı çıkarsa neler olup biteceğini de hesaplayacak kadar basiret ve feraset sahibidir elbet. Bunu zaten başından beri muhtelif zamanlarda söyledik. Geçen zaman zarfında fikrimizi değiştirecek bir gelişmeye kendi adımıza şahit olmadık. Tahmin ettiğimiz sonuca ulaşılmasına engel teşkil edecek hiçbir emare görülmüyor. Bir kanun tasarısı çıkacak oldu, o da Köşk’ten dönüverdi!..

Başa dönelim. “Herkes tartışıyor” dedik. Bu noktada önemli bir ayrıntıya vurgu yapmadan geçemeyeceğiz: Fenerbahçeliler, sürecin başından bugüne kadar topyekûn savunmaya geçmişler, cansiperane bir şekilde başkanlarını savunuyorlar. Başkanın muhatabı olduğu suçlamaların gerçek olup olmadığı umurlarında değil. Dolayısıyla mahkemenin vereceği karar da... Son olarak, bir televizyon programına telefonla bağlanan ve Fenerbahçeliliğiyle tanınan ünlü bir futbol yorumcusu, “Başkan şike yapmışsa ben de onuna beraber hapis yatarım” diyebilecek kadar kendini kaybetti.

Kamuoyu bu durumu izahta zorlandı, zorlanmaya da devam ediyor. Başkanın suçlu olma ihtimali hiç mi yoktur? Suçlu ise kendisini savunanlar da bu suça ortak olmuyor mu? En azından “biz başkanımızın suçsuz olduğuna can-ı gönülden inanıyoruz. Fakat suçluysa kim olursa olsun cezasını çeksin. Asırlık Fenerbahçe kulübü kişilerle kaim değildir” diyemiyorlar mı? Yargı süreci sonunda mahkûm olma ihtimali bulunan bir başkanı bu kadar canhıraş bir şekilde savunmak ve sahip çıkmak, 104 yıllık bir kulübün önceki başkanlarına hakaret olmuyor mu? Yoksa Fenerbahçe tarihinin “bir bütün” (!) olduğunu mu düşünüyorlar?

Konunun bir tarafında da Trabzonspor var. Tutuklu vaziyette bekleyen herhangi bir mensubu olmasa da iddianamede adı geçiyor ve onların da ceza alma ihtimalleri var. Pekâlâ, Trabzonsporlular bunun karşılığında ne yapıyorlar? Ne yapacaklar, dalgalı bir seyir takip eden soruşturma sürecinde zaman zaman başkan ve yöneticilerinin pisliğe bulaşmış olması ihtimali belirir belirmez onları istifaya davet ediyorlar. İddianame mahkemeye sunulduğu gün, içeriğinden bazı kesitler kamuoyuna düştükten sonra bir grup taraftar istifa eylemi yapmaya niyetlendi, çünkü orada Başkan Sadri Şener ve Yönetici Nevzat Şakar’ın da ismi geçiyordu.

1984’teki son şampiyonluğundan bu yana defalarca hakkı olduğu şampiyonluk elinden alınan bir camia her şeye rağmen hukuka güvenerek, eğer suçu varsa kendi yöneticilerinin de cezalandırılmasını isteyerek sessiz sedasız hakkının iade edilmesini beklediği halde, asırlık çınarın sergilediği psikoloji anlaşılır gibi değil.

Geçmişten bir örnekle önümüzdeki dönemlere projeksiyon yapmaya çalışarak bitirelim. Hatırlanacağı üzere 2002 seçimlerinden AK Parti zaferle çıkmıştı ama Tayyip Erdoğan hâlâ yasaklıydı ve vekil olamamıştı. Başbakan Abdullah Gül oldu, sonra bir de baktık ki Erdoğan Batı’da cirit atıyor ve oraların başbakanlarıyla, cumhurbaşkanlarıyla başbakan gibi görüşüyor. Öte yandan da bütün ülke kendisinin yasağının kalkıp da başbakan olup olamayacağı hakkında yorumlarda bulunuyor.

O günlerde Batı’nın vaziyeti bildiğini ya da sezdiğini, yasaklı kalacak biriyle böylesine üst düzey görüşmeler yapmayacağını düşünmüştüm. Buna bağlı ve ilave olarak bizim bitip tükenmek bilmeyen bir illüzyon dünyasında yaşadığımızı... UEFA da Şampiyonlar Ligi’ne Fenerbahçe yerine Trabzonspor’u davet edince bu örneği hatırladık.

7.12.2011 Taraf