12 Aralık 2012 Çarşamba

İstanbul’da Trabzon(spor) haftası



Trabzonspor’un iyimserleri, geçen hafta sonu oynanan Kayserispor maçındaki futbolu pek bir beğendiler. (İlk cümle iki boyutlu yazı ortamında bıyık altından gülme iması çağrıştırabilir, ilgisi yok. Dostlar alınmasın) Galip gelinememesini ise tamamen şansızlığa bağladılar. Biraz da hakemin yanlış kararlarına.

Doğrusu biz pek de öyle düşünmüyoruz. Kayseri kendi ceza alanına iyice gömülü oynadığı dakikalarda Trabzon özellikle uzaktan şutlarla gol aradı ve üç topu da direğe nişanlama başarısını gösterdi. Hâttâ bir tanesinde forvet oyuncusu Henrique olmazı başardı ve bir metre mesafeden kalecinin üzerine vurdu topu. “Ne var bunda? Gol kaçabilir, dünyanın en büyük golcüleri de kaçırıyorlar” savunması hamasetin dikâlâsıdır, kimse kusura bakmasın. Futbolun temel eğitimini almış her forvet oyuncusu orada gözü kapalı vaziyette yapması gerekeni yapar, bunun için de efsane golcü olmaya falan gerek yoktur.

Kayserispor’un gömülü oynadığı dakikalarda uzaktan gelen şutların direklerde patlaması, bizim iyimserleri Trabzonspor’un iyi oynadığı şeklinde bir yargıya sevk etti. Halbuki kendi yarı alanından çıkıp rakibinin üzerine gidince bunaltıcı bir baskı kurdu, ev sahibine sıkıntılı dakikalar yaşattı.

Hasıl-ı kelâm, Trabzonspor’da saha içinde işler pek de iyi gitmiyor. Bunlar kaliteli bir makinenin çarklarının dişlilerindeki bir uyumsuzluktan kaynaklanıyor da usta başı dişlileri yerine oturtmaya çalışıyorsa ve başardığı takdirde makine tıkır tıkır çalışmaya başlayacaksa amenna. Camia “sabır acı meyvesi tatlı” der ve bekler. Fakat makine umutsuz vaka ise işler fena karışır.

Pekâlâ, saha dışında neler olup bitiyor? Mali kongre yapıldı ve yönetim ibra edildi. Zaten aksi düşünülemezdi, birkaç sene önce Trabzonspor delegesi mevcut yönetimi ibra etmeyerek büyük bir ayıba (!) imza atmıştı. Seçmenin önüne etmek ya da etmemek gibi iki seçenek koyduktan sonra birini tercih etmesinin neresi ayıp ve yanlış oluyor anlamış değilim. Gelecek kuşaklara demokrasi dersi niyetine okutulacağından zerre miktarı kuşkum bulunmuyor.

Daha daha ne var ne yok; İstanbul ve civar illerdeki Trabzonspor taraftarı hafta sonu Olimpiyat Stadı’nı doldurmak ve gövde gösterisi yapmak için harıl harıl hazırlanıyor. Bu Olimpiyat Stadı en çok Trabzonspor’un işine yarıyor. Günler, hâttâ haftalar öncesinden başlayan bir hazırlık süreci, maça gidiş, muhteşem kalabalık, tribün gösterileri, maçtan dönüş, sonra haftalar, hâttâ aylarca süren hikayeleri, gurbetteki Trabzonsporlunun taraftarlık duygusu ve bilincini pekiştiriyor, diri ve canlı tutuyor. Bu atmosferde de maçın skoru bir ayrıntı olarak kalıyor. Aradaki Kasımpaşa maçı bile.

Trabzonspor’un o statta yaptığı gövde gösterilerinden sonra düşüşe geçtiği, o maçların her açıdan bir tür zirve olduğu yönünde bir takım şüphelerim var ama bu konuda kafa yormak için önümde halihazırda yeterli veri yok. Büyük ihtimal aralarında hiçbir korelasyon yoktur da ben evhamlanıyorumdur.  İnşallah öncesi, esnası ve sonrasıyla seyre değer bir futbol müsabakası olur. 

12.12.2012 Taraf

5 Aralık 2012 Çarşamba

Futbolda şiddet (neden) görmezden geliniyor...



Dikkat edilirse futbol taraftarının sebep olduğu şiddetle siyasi amaçlı gösterilerdeki şiddete aynı oranda müdahale edilmiyor, daha doğrusu spordaki şiddet açıkça hoş görülürken siyasi amaçlı masum yürüyüşler bile güvenlik kuvvetleri tarafından çok sert müdahalelere maruz kalabiliyor. Bunun sebebi ne olabilir?

Spor -yani bizde ve pek çok ülkede futbol- taraftarlığı olgusu, insanları yönetme araçlarından biridir. Herkesin bildiği ve bir çoğunun yerli yersiz kullandığı 3 F konusunu hatırlatmaya gerek görmüyorum. İnsanların ve kitlelerin toplam zihinsel ve fiziksel enerjileri bellidir. Bu enerji yanlış ve tehlikeli mecralara kanalize olup da baş ağrıtacağına, futbol gibi şampiyonluktan öte köy olmayan bir dünyada paratoner vasıtasıyla toprağa verilse çok daha evladır. Arada toprağa birkaç damla kan ve bir iki cansız beden düşse bile bu çok daha büyük faciaları önlediği için ehven-i şer (!) kabul edilir. Bırakın sokağı, stadyumun içinde bile cinayet işlense, bu haber gündemi çok fazla meşgul etmez.

Gelgelelim, siyasi amaçlarla sokaklara dökülenler farklıdır. Onların talepleri masum şampiyonluk isteğinden çok daha başka ve tehlikelidir. Bir kupayla ya da seneye ertelenen umutlarla kandıramazsınız onları. Rejimi değiştirmek, ülkeyi bölmek gibi uğursuz hayırsız işler peşindedirler. O yüzden onlara göz açtırmamak, sokağa döküldüklerinde hemen tepelerine binmek lazımdır, yoksa çok kötü şeyler olur.  

Halbuki fena halde gözden kaçan bir gerçek var:

Şimdi Avrupa’da hangi maçı seyretsek tribünler tamamen dolu görünüyor ya, eskiden hiç de öyle değildi bu durum. Örneğin 1981-82 (o zamanki adıyla) Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde Aston Villa ile Bayern Münih oynadı ve her iki takımın da kale arkalarında birkaç bin taraftarı vardı. Tribünlerin geri kalanı da ciddi anlamda boştu. Futbol kalitesi hiç de fena olmayan 1982 Dünya Kupası’nda birçok maç boş tribünlere oynandı. O günleri bilmeyenlere komik gelebilir ama öyleydi. 1985’te meydana gelen Heysel faciasından sonra hem İngiltere hem de UEFA uyandı ve şiddetin önlemlerini aldı. Ondan sonra Avrupa’da tribünler dolmaya başladı, sonunda bugünkü noktaya geldik.

Türkiye’de hâlâ futbolda şiddete göz yumarak yönetme stratejisi uygulanıyor. Fakat tribünler boşalıyor, televizyonlardaki spor programlarının izlenme oranları ve spor gazeteleri tirajları düşüyor. Allah Heysel gibi bir faciadan korusun ama en iyi ihtimalle ortada ülkeyi futbol üzerinden yönetme vasatı kalmayacak.

Yönetme yönetilme işlerine bizim aklımız fazla ermez, erdiği kadarını yazıp çizdik. Fakat futbola ilginin tehlike sınırının altına düşmemesi için şiddete göz yumulmaması, gereken önlemlerin alınması gerekiyor. Sanırım pek çok kişi de takdir eder ki, bu ülkenin bir tarafında taşlanan boş otobüsü günlerce konuşup, başka bir tarafında komisere bıçak çekeni, polis arabasını hurdaya çevirenleri görmezden gelmekle olmaz. Hâttâ böyle yaparsanız her şey daha beter olur. 

05.12.2012 Taraf

28 Kasım 2012 Çarşamba

Trabzon, Nyon, derken Eskişehir…


Trabzonspor taraftarı taa N’yon’lara gidip hakkını aramak için eylemler yaparken, evde işler pek de yolunda gitmiyor. Eskişehirspor geçen akşam Trabzonspor’u hem de tarihinde ilk kez olmak üzere kendi evinde evire çevire yendi.

Trabzon ilk gole kadar iyi oynuyordu, ilk golden önce elle oynama vardı, ikincisinde faul vardı, hakem görmedi, yan yattı, çamura battı yok. Bir olur, iki olur, her hafta mazeret olmaz. Eskişehirspor bu maçta çok üst düzey bir futbol oynamış olabilir. Biri çıkıp söyleyebilir mi “Eskişehir’in kadrosu Trabzon’dan iyidir” diye? İyi değilse performanslar arasında nasıl bu kadar fark olabiliyor o zaman? Kadrosu daha iyiyse daha beter. Neden Trabzonspor’un kadrosu rakibinden daha iyi değil? Transfer yapacak parası mı yok Trabzon’un? Olur mu böyle bir şeyin mazereti?

Böyle durumlarda derhal Şenol Güneş’e yükleniliyor, tecrübeli hocanın camiadaki büyük kredi ve saygınlığı etrafına güvenlik duvarı örüyor, taraftar arasında bitmez tükenmez bir tartışmadır sürüp gidiyor. Başkalarına karışmam, onlar yapıyor diye de kendilerini suçlamam. Fakat ben futbolu Şenol hocadan daha iyi bildiğimi iddia edemem, zaten komik olurum, bu sebepten ötürü de “şunu yanlış yaptı, bunu doğru yaptı” diye -yine kendi adıma söylüyorum- ukalalık etmem. Hele “istifa etsin, çeksin gitsin!” filan hiç demem, diyemem.

Ancak Trabzonspor camiasında istenmeyen bir durum var ve bunun da elbet bir sorumlusu. Bu sorumlu bensem elimden kalemi bırakayım da işler düzelsin. Şenol Güneş ise istifa etsin ve takım sahil-i selamete çıksın. Sahada oynayacağına milyonlarla ve başka şeylerle oynayan ise kulüple ilişkisi düzenlensin. Yönetimse kendine çeki düzen versin, veremiyorsa gitsin ve yerine başkaları gelsin.

Kaos olur, kargaşa olur, birlik ve beraberliğe en fazla ihtiyacımız olduğu şu günlerde…” gibi beylik ulus-devlet palavralarının faydası yok. Olağanüstü kongre yapılsa ve yönetim değişse bundan kötü mü olacak kulübün durumu? Sayın başkan Sadri Şener 2009 yazında durduk yerde kongreye gitmedi mi? Gitti de ne oldu?

Camianın ilgili dinamikleri dışarıda hak arama çabalarını sürdürüyor. N’yon’dan sonra sırada başka merkezler ve başka eylemler var. Bu eylemleri ve eylemlerin türevleriyle sonuçlarını başka bir zaman tartışırız, çünkü önemli. Önemli ama faaliyetine devam eden bir futbol takımı var ve orada da başka dinamiklerin görev yapması gerekiyor. Velev ki gerekli karar alındı ve şu meşhur kupa getirilip Trabzonspor’a teslim edildi. Tarihin sonu mu gelecek o zaman?

Trabzonspor, içinde yaşarken hiç bitmeyeceğini sandığı efsane yıllarda bir gelecek planlaması yapmadığı için 1984 sonrasında o kadar çileyi çekti. Yolda görsek tanımayacağımız futbolcularla gelen rahat şampiyonluklar muhteşem bir yanılgıya yol açtı, hep öyle gidecek zannedildi. Dönemin anormal şartlarında bu görülememiş olabilir, zaten olan olmuştur. Ancak Trabzonspor’un bugününe ve geleceğine şekil vermek konumunda olanlar sürekli değişen ve gelişen şartları hesaba katmak zorundadırlar. 

28.11.2012 Taraf

21 Kasım 2012 Çarşamba

UEFA binası önünde temiz futbol eylemi


Bizim toplumun protesto kültürü zayıftır, bazı kesimlerde ise bu kültür hiç yoktur. Daha önce sözünü ettiğimiz gibi “ulu’l emre itaat” olgusunun toplumun bilinçaltına yerleşmiş olmasının bunda etkisi büyüktür. Dolayısıyla hak arama mücadelesi için harekete geçen, bir hamle yapan kişi ya da kurumlara bilinçaltlarından toplu bir soğuk refleks çarpar. Protesto etmesi gereken kitleler argo tabirle yan çizerler. Onlara göre yapılacak bir gösterinin faydası olmayacaktır, ne yapılsa boşunadır; ya da başka türlü bir eylem yapmak lazımdır, vs. vs..

Eylem, gösteri, protesto denince akıllara ilk olarak binlerce, onbinlerce kişinin katıldığı, gürültülü, uğultulu yürüyüşler gelir doğal olarak. Fakat ülkemizde böyle gösterilerin sayısı son derece azdır. 1 Ocak günü Trabzonsporluların organizasyon için gösterilen olağanüstü çabaya rağmen İstinye’de TFF binası önünde toplayabildikleri insan sayısı beş bin civarında kaldı. Halbuki Trabzonsporlular yakın geçmişte Olimpiyat Stadı’nda bir maçta 60 bin kişiyle gövde gösterisi yapmışlardı.

Yine Trabzonsporlular, geçtiğimiz bahar aylarında farklı bir eylem türü başlattılar. Katılımcı sayısını ikinci planda bırakan, sürekliliği önceleyen, sessiz, sakin ama sürekli bir eylem. Daha önce bahsettiğim için ayrıntılarını geçiyorum. Bu eylemi başkaları gibi Trabzonsporlular da garipsedi. Katılımcı sayısının düşük olması münasebetiyle “o kadar kişiyle ne olur ki?” sorusundan yola çıkan eleştiriler getirmeye başladılar. Çünkü yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi eylem denince zihinlerde çok farklı bir görüntü canlanıyordu. Eylem ya da protesto yapılacaksa öylesi yapılmalıydı. Binlerce kişinin sesine kulak vermeyenler üç beş kişiyi ne kadar dikkate alırdı?

Fakat İstanbul’da başlayan ve geçtiğimiz hafta sonu 34. kez düzenlenen eylem ilerleyen günlerde Trabzon, Bursa ve Ankara’da da yapılmaya başlandı. Geçtiğimiz günlerde Almanya’da gerçekleştirildi, bu hafta sonu 24 Kasım cumartesi günü de İsviçre’nin Nyon şehrinde UEFA binası önünde düzenlenecek. Türkiye’den gidecek olanlarla birlikte Avrupa’nın dört bir yanından gelecek olanlarla birlikte eylemi gerçekleştirecekler. Eylem hakkında yayınlanan basın bülteninden yapacağımız alıntıyla bitirelim:

“Trabzonspor'un Avrupa'daki en büyük taraftar grubu Vira Avrupa tarafından İsviçre polisinden yasal izinleri alınan eyleme İsviçre ve çevre ülkelerden 500 kişinin katılması bekleniyor. Yerel saatle 14:00’te başlayacak eyleme Trabzon Fikir Kulübü 5 kişilik bir heyet gönderiyor. Eyleme, Avrupa'da yaşayan Trabzon ve Trabzonspor derneklerinin de destek vereceği bildirildi.

UEFA binasının hemen karşısında gerçekleştirilecek eylemde Türkiye'deki futbol iklimine ve Türkiye Futbol Federasyonu'nda yaşanan hukuk ihlallerine dikkat çekilecek. Temiz Futbol Gönüllüleri, UEFA Başkanı Michel Platini’ye "Sayın Platini; Türkiye'de şike serbest mi?"diye soracaklar. Eylemde ayrıca, UEFA Disiplin Komitesi’nin Türkiye'deki şike skandalıyla ile ilgili kararını bir an önce vermesi de istenecek.”

21.11.2012 Taraf

14 Kasım 2012 Çarşamba

Trabzonspor ve orta sınıf gerçeği…


Trabzonspor başkanı Sadri Şener’in sezon başında tanınmış bir Trabzonlu iş adamını arayarak kombine bilet almasını istediği ama kendisinden Trabzonspor’la ilgilenmediği cevabını alınca fenalık geçirdiği haberi çıkmıştı medyada.

Bazı alışkanlık ve reflekslerin terk edilmesi kolay olmuyor. Yakın zamana kadar Türkiye’de insanlar zenginler ve fakirler diye kabaca ikiye ayrılırdı. Ortası pek yoktu bu kategorizasyonun. Halbuki son on yılda Türkiye’de basbayağı bir orta sınıf oluştu. Dün medyada çıkan haberlerde Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'ndan (BDDK) derlenen verilere göre, Türkiye'deki milyoner sayısının son 10 yılda 5.5 kat arttığı ve banka hesaplarında 1 milyon lira ve üzerinde para bulunan mevduat sahibi sayısının 51 bin 161 kişiye ulaştığı bilgisi yer alıyordu. Aynı habere göre milyonerlerin banka hesaplarındaki para 327.8 milyara ulaşmış.

Kaba ve basit bir hesap yapalım şimdi. Mutlak doğruya işaret etmese de bize sağlıklı bir fikir verecektir: Türkiye’de 6-7 milyon Trabzonsporlu yaşadığı söylenir. Bu da % 10’luk bir nüfus dilimine tekabül eder. Yani 50 bin küsûr milyonerin 5 bini Trabzonsporludur bu hesaba göre. Bir başka bakış açısına göre de Trabzonsporluların bankalarda 32 milyar küsûr lirası vardır.

Dediğimiz gibi bunlar çok kaba ve afaki hesaplardır ama yol gösterir. Anlatmak istediğimiz şey, Trabzonspor’un artık bir avuç varlıklı Trabzonluya muhtaç olmadığıdır. Trabzonspor kulübü tutarlı, bilinçli ve sağlıklı pazarlama stratejileriyle pekala ciddi bir ekonomik güce sahip olabilir. Zaten halihazırda Trabzonspor’un sıkıntıları arasında ekonomik kökenli problemler bulunmamaktadır. Bir başka büyük kulübe “kaptırılan” milli futbolcular parasızlık yüzünden değil, daha fazla para ödenmek istenmemesi yüzünden ayrılmışlardır. Onlar gittikten hemen sonra alınan futbolculara sayılan milyonlar bizim iddiamızı ayan beyan teyit etmektedir.

Tabii bu konuyla bağlantılı olarak Trabzonlu olmayan Trabzonsporlular konusu da akıllara gelmektedir. Trabzonlu Trabzonsporlular, Trabzonlu olmayan bir Trabzonsporlu görünce buna çok memnun olur ama bundan ileri fazla gidemezler. Biz yazının başındaki Nasrettin hoca hesaplarına onları da dahil ettik ve bu kesim, yani Trabzonlu olmayan Trabzonsporlular büyük büyümeye aday bir potansiyel oluşturuyorlar. Trabzonspor bu konuda, yani Trabzonspor’un Trabzonlular ve Karadenizliler dışındaki kesimlere açılması konusunda mutlaka politikalar geliştirmek zorundadırlar. Kulübe en fazla şampiyonluk kazandırmış başkan Kırşehirli Şamil Ekinci’dir ama yönetim kurullarına Trabzonlu olmayan birilerinin de alınması akıllara bile gelmez örneğin. Gelse bile Trabzon merkezindeki o meşum ve meşhur dirençle karşılaşır.

Zaten Trabzonspor’un problemi de o söz konusu direncin kırılabilmesinden geçmektedir ama müstakil yazıların konusudur. Kısmetse başka yazılarda masaya yatırırız. 

13.11.2012 Taraf

7 Kasım 2012 Çarşamba

Trabzonspor’un kararı…


Trabzonspor iyi gitmiyor, son Antalyaspor maçında önceki haftalara nazaran daha derli toplu bir futbol oynamış ve ilk dakikalarda öne geçmiş olmasına rağmen son dakikalarda arka arkaya yediği iki golle sahadan mağlup ayrıldı. Bu da uzun zamandır Şenol Güneş yönetimindeki takımın artık toparlanıp çıkışa geçmesini bekleyen camianın sabrını iyice zorlamaya başladı. Şenol Güneş’in yerinde bir başka teknik adam olsa çoktan ahır küreğiyle kovalanırdı.

Geçen yıl bütün bir sezon “yeni kurulmuş takım” teoremiyle idare etti Trabzonspor. Şike mağduriyeti inancı da eşsiz bir destek verdi bu idareye. Yeni kurulmuş her takımın mutlaka kötü oynaması ve bir uyum sürecinden geçmesi gerekmiyordu, şike meselesi de sahada mücadelesini sürdüren bir takımın konsantrasyon eksikliğine behemehal mazeret teşkil etmiyordu ama Sadri Şener ve Şenol Güneş’in kredileri tolerans aralığını haylice genişletti.

Bu seneye gelince artık mazeret kalmadı. Genelde Türk futbolunun özelde Trabzonspor’un istikrarsızlıktan çok çektiği gerçeği, ister istemez bir refleks oluşturmuştu ve Şenol Güneş’in kariyeriyle camiadaki ağırlığı bugüne kadar eşi benzeri görülmemiş bir sabır ve hoşgörü örneği sergilenmesine sebep olmaya başladı. Güneş göreve başlarken Trabzonspor’un Ferguson’u olması umut ve temenni ediliyordu birçokları tarafından. Böyle bir şey gerçekleşirse biz de en çok sevinenlerin başında geliriz tabii. Dünya üzerinde Ferguson gerçeğine saygı duymayan bir futbolsever mi vardır?... Amma ve lakin bu konuda bizim kafamızda soru işaretleri mevcuttur:

Bir kere Ferguson’u üreten ortam Kuzey Avrupa’dır. Oralarda bile bir tek Ferguson varken, güneye indiğinizde böyle bir şeyin izine dahi rastlayamıyorsunuz. İşte Guardiola Barcelona’ya en başarılı dört yılını yaşattıktan sonra zirvedeyken bıraktı gitti. “Ama Cruyff?” derseniz amenna, bir itirazım olamaz. Fakat bunun için yoğun ve ısrarlı bir altyapı çalışması başlatılmış olması lazımdır, çünkü Trabzonspor’un bünyesi itibariyle Manchester United benzeri bir kulüp olması mümkün değildir. Kadrosunda oynattığı futbolcularda mutlaka yeterli derecede aidiyet duygusu bulunması şartı vardır. Yoksa dışarıdan gelenin görev süresi boyunca aldığı paranın hakkını vererek oynaması, süresi dolunca çekip gitmesiyle yerinde oluşan boşluğu doldurmamakta, takım uzun süre bocalamaktadır. Birkaç akşam önce bir dernek gecesinde konuşan eski Trabzonsporlu futbolcu Hami Mandıralı “üç gol attığım bir maçta kafama ayran şişesi atıldı” demiştir. Üç gol atan değil, üç penaltı kaçıranın bile kafasına hiçbir şey atılmamalı ama Hami Trabzonlu olmasaydı katlanır mıydı böyle bir muameleye?... Kaldı ki Trabzonspor taraftarı da benim “efsane yıllar sonrası travması” dediğim sendromu atlatmış durumdadır, artık öyle saçmalıklar yapmayacak olgunluğa erişmiştir.

Şenol Güneş’ten bir Ferguson ya da bir Cruyff çıkar mı, yoksa hiçbir şey olmaz mı bilmiyoruz. Bunu bilmesi ve camiaya bildirmesi gereken kulüp yönetimidir. Camianın önüne bir bilanço koymak ve gerekirse açıklamak durumundadırlar. Halihazırda da bilanço pek parlak görünmemektedir.

07.11.2012 Taraf 

31 Ekim 2012 Çarşamba

Trabzonspor’a Anadolu Yardımı (!)


Bizim ezberlerimiz vardır. Düşünmek gibi lüks bir aktiviteyle işimiz olmadığı için o ezberleri sorgulamak aklımıza bile gelmez. Hele o ezberlerin vardığı sonuç bizi rahatsız etmiyorsa, değmeyin keyfimize…

Bazıları Trabzonspor’un ardı ardına şampiyon olduğu yıllarda ligde fazla sayıda Karadeniz takımı olmasından hareketle bu durumun Trabzonspor’un işini kolaylaştırdığına inanır. Anadolu takımları İstanbul’dan hazzetmedikleri (!) ve Trabzonspor’u kendilerinden (?) gördükleri için bu takıma yardımcı olmuşlar, bir tür Anadolu dayanışması yapmışlardır. Sonraları Trabzonspor bu takımlara nankörlük etmiş, hepsini küme düşürmüş, sonunda da gününü görmüştür. Bu da o sözünü ettiğimiz ezberlerden biridir ama gerçekle alakası bulunmamaktadır.

Trabzonspor’un ilk şampiyonluğu hem Anadolu’da hem de İstanbul’da sempatiyle karşılanmış olabilir. Nihayetinde hesapta olmayan bazı gelişmeler geçici olmak kaydıyla insanın hoşuna gidebilir. Uzun ve sıcak günlerden sonra akşam üstü evinize giderken bir yağmura yakalanabilir ve sırılsıklam ıslanabilirsiniz örneğin. Pek de canınız sıkılmaz, nihayetinde evde üstünüzü değiştirip keyfinize bakabilirsiniz. Ancak bu durum defalarca başınıza gelirse o kadar da hoşlanmazsınız yağmurdan çamurdan.

Anadolu’nun Trabzonspor’un başarısından rahatsızlık duyması için fazlasıyla sebep vardır. (Laf aramızda Anadolu diye yekpâre bir olgu mevcut değildir ama ona başka bir yazıda değiniriz.) Bir kere Trabzon, Anadolu’da hiçbir şehrin başaramadığı bir şeyi başarmıştır, hangi şehir bunu yıllarca takdir eder durur? Daha acısı, kaç yurdum insanı sadece kendi şehrinin takımını tutmaktadır? İstanbul’daki platonik aşkını şamar oğlanına çeviren, her sene nal toplatan bir takıma ne kadar sempati beslenir?

Hele Karadeniz şehirleri olduğu zaman bu durum daha da belirgin hale gelmektedir. Trabzon’un gölgesinde kaldıklarını düşünen ve bundan ciddi surette rahatsızlık duyan Karadeniz şehirleri ahalisinin Trabzonspor’un başarılarından gurur duyacaklarını beklemek hiçbir sosyolojik analize sığmaz. Sonraki yıllarda şehirlerinin takımlarına sahip çıkmayarak küme düşmelerine seyirci kalmışlar, üstüne üstlük bunun suçunu da Trabzonspor’a yüklemişlerdir. Hepsini birden küme düşürecek kadar güçlü bir Trabzonspor şampiyon olmak için neden onların desteğine ihtiyaç duysundu ki o zaman… Hem Trabzonspor düşürdüyse alt kümeden neden çıkamadınız, orada da mı Trabzonspor vardı da çıkmanıza mani oldu?İstanbul takımları yönetimlerinde cirit atan, onların başarıları için varını yoğunu ortaya koyan hemşehrilerinize anlatsanıza derdinizi” demezler mi adama…

Yanlış anlaşılmasın, Karadeniz’in hepsinin değil ama doğu bölümünün bir bütün olduğunu düşünür, spor dışı yazı ve konuşmalarımızda bu konuya sıkça vurgu yaparız. Burada söylemek istediğimiz şey, başarılı olduğu yıllarda ligde Karadeniz takımlarının bolluğunun Trabzonspor’a kast edilen anlamda bir faydasının olmadığıdır. Nitekim bu ezber iddiayı tekrarlayanlardan somut örnek istiyor ama hiçbir net cevap alamıyorum. Dedik ya, ezberler pek keyiflidir. 

31.10.2012 Taraf

Truman fark edinceye kadar…


Eskiden işler ne kolaydı. Türk futbolunun içinde debelendiği kalitesizliğin, yurt dışındaki başarısızlığın en önemli, belki de tek sebebi tesis ve para olmayışıydı. Onlar tamam olaydı, Dünya’nın en yetenekli evlatlarına sahip olan şanlı Türk Milleti ne futbolcular yetiştirecekti, ne futbolcular. Ama işte, ne yapacaktınız… Tesis olmadığı için futbolcu yetişmiyor, para olmadığı için kaliteli yabancı futbolcu Türkiye’ye gelmiyordu.

Bu hikâye bizi çok uzun zaman idare etti. Zamanla önce son derece modern tesisler yapıldı ama Türkiye futbolcu fabrikasına dönmedi. Şimdi para da var ama başarı hak getire. Grafik yükseleceği yerde iyice dibe gidiyor.

Anlaşılıyor ki bu ülkede futbolun derdi tesis ve para yokluğu değilmiş. Zihniyette sıkıntı varmış, onun çözümü de öyle kolay değilmiş. Zaten sağlıklı bir zihniyet olsa problemin tesis ve para eksikliğinde olmadığı da çok önce anlaşılır, ona göre stratejiler geliştirilirdi. Düşünmeyi ve analiz etmeyi sevmeyen, hayatını ezberler üzerinden kurmaya alışmış ya da alıştırılmış bir toplum, meseleyi amiyane tabirle altmışaltıya bağlayıp işin içinden çıkacaktı tabii, her alanda yaptığı gibi.

Bu problemli zihniyet nasıl bir şeydir peki? Televizyonlarda boy gösteren spor (yani futbol) yorumcuları, Anadolu’da yıldızı parlayan bir futbolcu hakkında konuşmanın bir yerinde “Onun artık İstanbul’a transfer zamanı geldi” mealinde bir cümle sarf ediyorlar. İstanbul’a gelmek demek başka bir boyuta geçmek demekti, Osmanlı’da bir sanatçının vs. imparatorluğun bir tarafından gelip “saray”a girmesi gibi bir şeydi bu. Gibisi de fazla aslında, tıpatıp aynısıydı.

Nasıl Osmanlı’da saray ve dışarısı diyebileceğimiz iki farklı dünya var idiyse, günümüzde de aynı düzen devam edip gitmekte. Devletin ismini ve formatını değiştirip, kanun zoruyla toplumu yoğurmak o sözünü ettiğimiz zihniyeti değiştirmeye yetmiyordu, yetmemişti tabii. O zamanlar halktan kopuk da olsa Saray’dan üretkenlik adına bir şeyler çıkıyordu. Hiç değilse günümüze kadar gelen ve değerinden hiçbir şey kaybetmeyen bir Sanat Müziği var. Bugün de birçok alanda üretimin ana merkezi İstanbul, fakat bunca yatırım yapılan futbolda çoraklık bir türlü giderilemiyor.

Bunun sebebi şudur: Anadolu’daki futbolcu, takımının şampiyon filan olamayacağını bilir. Amacı kendini bir şekilde İstanbul’a atıp kurtulmak, olmazsa Anadolu kulüplerinde mevcut şehrin ve Türkiye ortalamasının çok üzerinde bir gelirle paşalar gibi yaşamaktır. İstanbul’a gelen de dediğimiz gibi artık kendini kurtarmıştır. Anadolu’da kalan meslektaşlarından çok daha yüksek düzeylerde bir gelire ve milli formayı giyme şansına sahip olacaklar, şampiyonluk sevinç ve gururunu (!) yaşamak için de en fazla birkaç sene bekleyeceklerdir. Bu tiyatronun hiçbir yerinde rekabet denen kalite anahtarı yoktur. Tam bir kısır döngü söz konusudur, herkes razı olduktan sonra kırmak da pek kolay değildir.

Bu nereye kadar böyle gider? Tabii ki Truman olup biteni fark edinceye kadar… Ondan sonra oyun bitecek, gerçek hayata geçeceğiz. Çok uzun süreceğini sanmıyorum.

24.10.2012 Taraf 

17 Ekim 2012 Çarşamba

Kapıkule’nin ötesi…


Bu yazıyı Macaristan milli maçından önce kaleme alıyorum. Skorun ve skorun getireceği gelişmelerin yazımızla pek ilgisi yok.

1995’te Bosman kuralı çıktıktan sonra milli takımların giderek önemini kaybedeceğini düşünenler fena halde yanıldılar. Bunlardan biri de bendim, çünkü AB’nin özünde bütün Avrupa’nın nihayetinde tek devlet olmak ülküsü uğruna kurulmuş bir müessese olduğunu okumuş, öğrenmiştik. Bosman kuralı da bu yola dikilen kilometre taşlarından biriydi herhalde.

Dediğimiz gibi milli takımların önemi azalmadı. Evet, Şampiyonlar Ligi geçen yıllarla birlikte büyüdü, serpildi, güzelleşti ve bir içim su oldu. Fakat yine de Tanıl Bora’nın çarpıcı benzetmesiyle Dünya Kupası finalleri futbolun ramazanı olarak kaldı. Bizde de milli takım hep önemliydi, takımı idare edecek teknik adam ve seçilen futbolcular sürekli tartışma konusu oldu. Geçmişte kulüp teknik direktörlerinin milli takıma giden futbolcularına “kendinizi fazla zorlamayın” dedikleri gazetelerde bile yazıldı. Bazen futbolcular “sakatlık” mazeretiyle “milli görev”e gitmediler ve kulüp takımlarının bir sonraki maçlarında çıkıp oynadılar. Yukarılarda bazen böyle manevralar dönerken, halk nezdinde milli takıma karşı beslenen temiz duygular hiç değişmedi. Toplum milli maçları milli mücadele olarak kabul etti. Galibiyetlerde çok sevindi, mağlubiyetlerde karalar bağladı. Taraftarı olduğu takımdan milli formaya layık gördüğü futbolcular o formayı giydiğinde gurur duydu, giymeyince öfkelendi. İçinden de olsa “boş versene, gidip sakatlanırsa ne olacak?” demedi.

Halkın bu kadar önemsediği milli takım, çok uzun bir zaman Macaristan’ı 3-1 yendiği hazırlık maçıyla övündü. O maçın yıl dönümlerinde koca koca adamlar kutlama yaparlar, takımdan ahirete intikal etmiş olanlar için saygı duruşunda bulunurlardı.

Sözün kısası, milli takım bazı dönemsel başarılar dışında bir türlü istenen ve beklenen düzeye ulaşamadı. Şüphesiz bu durum ülke futbolunun içinde bulunduğu ahval ve şeraitle yakından alâkalıdır. Rekabetin olmadığı, başarıların rotasyonla bazı takımlar arasında paylaşıldığı, bu düzene kimsenin ciddi bir itiraz yöneltmediği bir ortamda bu sonuç hiç de anormal değildir.

Geçen cuma akşamı oynanan Romanya maçı için tercih edilen kadro, problemin esasını olduğu gibi gözler önüne seriyordu. Sahada Anadolu takımlarından bir tek oyuncu vardı, o da Romanya milli takımındaydı. Romanya da bizim milyon dolarlık baby’lerimizin takımını yendi ve gitti.

Bu bir açmazdır. Anadolu’da top koşturan futbolcular asla İstanbul’a galip gelemeyeceklerini biliyorlar. Hedefleri bir şekilde İstanbul’a kapağı atıp kendini kurtarmak, olmazsa Anadolu’da hiçbir meslek grubunun kazanamadığı paralarla beylerbeyi hayatı sürmek. İstanbul’a gelen de nasılsa birkaç yılda bir şampiyon olacağını biliyor, oynuyormuş gibi yapıyor. Bunun sonucunda da eski(meyen) tabirle Kapıkule’den öteye geçemiyoruz. Öyle bir açmaz ki, yurt dışından gelen soydaşlarımız bile çare olamıyor, ancak takım arkadaşlarına laf sokuyorlar.

Yerimiz kalmadı. Kısmet olursa yine bir milli maç arasında devam ederiz. 

17.10.2012 Taraf

10 Ekim 2012 Çarşamba

Temiz futbol, uzun ince bir yol…


İstanbul’da 27 haftadır devam eden bir eylem var. Her cumartesi günü Taksim Meydanı’nda bir grup futbolsever toplanıyor, pankart ve dövizlerle bir süre sessizce eylemlerini yaptıktan sonra dağılıyorlar. Cumartesi Anneleri’nden ilham aldıkları açık, zaten bunu kendileri de açıkça söylüyor eylemciler.

Eylemciler ağırlıkla Trabzonsporlu ama onlar hem dertlerinin sadece şike ve kupa olmadığını söylüyorlar hem de Türkiye’de temiz futbol isteyen her takım taraftarını eylemlere bekliyorlar. Eylemlerde kişi sayısından çok sürekliliğe önem veriyorlar ve eylem yaz aylarında verilen Ramazan arası hariç, her cumartesi kesintisiz devam ediyor.

Türkiye toplumu, “eylem” kavramına hâlâ ürkek yaklaşıyor. Bunda hem derin kodların hem  de yakın geçmişin olumsuz izlerinin etkisi var. Derin kodların arasında, özellikle Sünni İslam geleneğinde “ulu'l-emre itaat” kavramı bulunduğu için yönetici sınıfına itiraz, karşı çıkma, hak arama gibi kavramlar bilinçaltlarında soğuk bir şekilde yankılanıyor, insanlara itici geliyor. Halbuki meseleye İslam çerçevesinden baktığımızda, Hz. Ömer’in “yanlış yaparsam beni neyle düzeltirsiniz?” sorusuna karşı “kılıcımızla düzeltiriz” cevabının geldiğini ve kendisinin de bu durum karşısında Allah’a hamd ettiğini görürüz. Nasıl olmuştur da bu ulu'l-emre itaat kavramı toplumun reflekslerine bu kadar fazla yön verir hale gelmiştir, incelenmesi gereken bir meseledir.

Temiz futbol istiyoruz” eyleminin bir amacı da toplumdaki bu öğrenilmiş çaresizlik duygusunu kırmaya çalışmaktır. Uzun ince bir yoldur, kitleselleşmekten ziyade sürekliliği öncelemiştir. Nitekim ağır ağır da olsa İstanbul’daki eyleme katılanlar artmaya, eylem Bursa, Kocaeli ve Trabzon’da da gerçekleştirilmeye başlamıştır.

Trabzon demişken, aynı konuya paralel bir başka konuyu da değinmemiz icap ediyor. Orada eylemi ilk kez gerçekleştiren arkadaşlar, halkın son derece duyarsız kaldığını, eylem esnasında gelip geçenlerin dönüp bakma bile bakmadıklarını söylüyorlar. Arkadaşlar herhalde orada daha fazla katılım olacağını, hiç değilse duyarlılığın bu kadar düşük seviyede kalmayacağını varsaymışlardı.

Oysa uzun zamandır Trabzon’daki Trabzonspor taraftarının kulüple ilgili her konuda genel bir duyarsızlık içinde olduğu konuşuluyor, yazılıp çiziliyor. Daha birkaç gün önce görüştüğüm İstanbul’da yaşayan ve kulübe destek amacıyla çok sayıda kombine bilet alıp Trabzon’da bırakan bir dostumuz, ara sıra Trabzon’a maça gittiğinde yakınlarını sadece maç için geldiğine inandırmakta zorluk çektiğini söyledi.

Öyle anlaşılıyor ki şehir 96 sonrası olduğu gibi şike sürecinde de içine kapanmış. İstanbul’daki dostlar, Trabzon’da yaşayanların Trabzonspor’u kanıksamışlıklarının giderilmesi için takımın geçici bir süre şehirden uzaklaştırılması gerektiğini ileri sürüyorlar ama ben bu psikolojiye sahip bir kitlenin, “alın takımınızı gidin, hepten sizin olsun” demeyeceğinden emin değilim.

Travmayı tedavi etmek dışarıdakilere düşüyor. Temiz futbola giden uzun ince yolun üzerinde bu ve benzeri görevler de var.

10.10.2012 Taraf 

3 Ekim 2012 Çarşamba

Bir yazı yazdım, hiçbir şey değişmedi…


Yazmaya ilk başladığım zamanlar, bir makaleyle birçok şeyi değiştirebileceğimi sanmıştım. Belki de herkesi kendim gibi sanıyordum, çünkü benim çok etkilendiğim yazılar vardı ve o yazıları okuyunca hayata bakışım değişebiliyordu.

Çok geçmeden bu saflıktan kurtuldum şükürler olsun. Belki öylesi daha iyiydi, yazar çizer takımı o zaman yazacak bir şey bulamazdı herhalde. Yazım bir nevi tekrar yazısı olacak da, onun için zemin hazırlıyorum fark ettiğiniz gibi.

Trabzonspor’da saha içinde işler pek de yolunda gidiyor gibi görünmüyor. Ancak bizim iddialı olduğumuz ve kalem oynattığımız alan orası değil, dolayısıyla zeminin hali dışında fazla kurcalamayacağız. Zeminin hali dediğimiz konu malûm, Avni Aker’in çimleri berbat durumda. Halbuki daha geçen sene bu zemin yenilenmiş ve bildiğimiz kadarıyla çuval dolusu para ödenmişti. Zaten kulüpte gelirler artalı beri “nasılsa su geliyor, değirmen dönüyor” zihniyeti hakim oldu gidiyor. Bu ülkede bir avuç mutlu azınlığın dışında hiç kimsenin hayatı boyunca göremeyeceği bir parayı verip zemin yaptırıyorsunuz, aradan yaz mevsimi gelip geçiyor ve sezon başlayınca...  “Kim bunun sorumlusu?” diye sorduğunuzda da “yetkililer” tarafından sosyal medyada fırça yiyorsunuz.  

Olur olmaz futbolculara akıl almaz bedeller ödeniyor, futbolcular ortada yok. “Ne oluyor?” diye sormaya kalktığınızda en hafifinden “bu zor günlerde sevgili başkanımız ve teknik direktörümüzü yıpratmayalım” uyarısı alıyorsunuz. Bu uyarının dozajı sizin tepki ve eleştirinizin mahiyetine göre ihanet suçlamasına kadar gidebiliyor.

Yahu Allah aşkına, sevdiğiniz bir dostunuzu bir yanlışı üzerine ikaz edip, düzeltmesini istemenin neresi yıpratmadır, ne kadarı ihanettir? Trabzonspor geçen sene koca bir sezonu heba etti. Niye? Şikeyle mücadele etti, kupasını istedi. İyi yaptı, hoş yaptı da takım ne oldu? Ligden çekilmedi, “oynuyoruz ama yasal zorunluluktan ve çekilmeyi uygun bulmadığımızdan dolayı. Bu ligi ciddiye almıyoruz” diye bir açıklama ya da ima gelmedi. Kısaca kulübün yönetim kadrosu, süreci kamil manada yönetemedi. Başkası olsa belki daha da kötü yönetirdi, onu bilemeyiz. Fakat başkalarının muhtemel basiretsizliği, mevcut yönetimin başarısızlığını dile getirmemize engel olmamalı. Trabzonspor her sezon başında bozuk zemin yüzünden puanlar kaybediyor, sonra zemin esrarengiz bir şekilde düzeliyor, ligin hararetinden dolayı ilk haftalardaki kayıplar unutuluyor. Şimdi bunu biri dile getirmezse, yönetim de gereğini yapmazsa iyi mi oluyor?

Trabzonspor’un başkan adayı çıkmadan girdiği kongre dönemleri çok gerilerde kaldı. Artık bir daha da gelmez. Kulübü doğru düzgün yönetecek en az birkaç tane liste çıkar şu genç nesilden. Tek değil ama en önemli eksikleri, yurt ve dünyanın muhtelif yerlerinde yaşıyor olmalarından kaynaklanan reorganize halleri. Zamanla kendi aralarındaki iletişim ve koordinasyon geliştikçe olaylara daha fazla hakim olacaklar, Trabzonspor’un yönetim dokusunda daha fazla renklerini göstereceklerdir. 

03.10.2012 Taraf

25 Eylül 2012 Salı

Gol atmayı öğrenmeliyiz, yoksa…


Gol pozisyonları, satrançtaki oyun sonu gibidir. Yapılacak her şey bellidir. Satranç eğitim almış, oyunun temel ilkelerini bilen herkes o pozisyonlarda ne yapacağını bilir, çok nadir vuku bulan ağır hatalar dışında oyunun sonucu bellidir. Özellikle taraflardan birinin taş üstünlüğü varsa üstün olan yenemezse bu büyük skandal olur. Örneğin Şah ile kaleye (ya da bir başka taş) karşılık yalnız şah kalmışsa matın kaç hamlede olacağı bile kesindir.

Tabii ki top yuvarlaktır ve kaprislidir, her zaman sizi dinlemez. Fakat elin gâvuru bu kaprisleri kontrol altına almış ve minimuma indirmiştir. Bir Avrupa maçında kaleciyle karşı karşıya kalan bir futbolcunun golü kaçırdığı çok nadirdir. Bu nasıl sağlanmıştır? Tabii ki eğitimle. Dikkatle baktığınız zaman öyle çok da yetenekli olmadığını rahatlıkla anlayabildiğiniz bir futbolcu bile birebir gol pozisyonlarında ezberden hareket eder ve golü atar. Sözün kısası, Avrupalı bu problemi çoktan halletmiştir.

35 seneden fazla bir zamandır futbol izleyicisiyim. Bizde bu problemin boyutu ben çocukken neyse şimdi de aynı. Arada sivrilen birkaç gol kralı haricinde futbolcular genelinde en ufak bir iyileşme yok. Bu problem yüzünden hem özelde takımlar hem genelde Türk futbolu neler neler kaybetti. Nedendir bilinmez, futbol kamuoyu da bu konuda pek bir merhametli ve anlayışlı. Futbolda en çok hoş görülen hata gol kaçırmaktır bizde. Bu tuhaf hoşgörü, zaten çalışmayı sevmeyen, her halükârda Türkiye’nin zenginleri arasında bulunan genç insanların işine geliyordur belki de.

Bakınız, ben uzun yıllar kekemelik sorunuyla boğuştum. Sokakta sorana adres bile tarif edemezdim. Şimdi şükürler olsun panellerde konuşuyoruz. Bu felçli bir insanın azim ve gayretle çalışarak iyi bir koşucu olmasına benzetilebilir sanırım. Benim hikayem çok uç bir örnek. Elbette konuşma sorunu yaşamayan biri çok daha rahat bir şekilde hitabet gücünü artırabilir. Biz de zaten mesleği futbolculuk olan insanların sahadaki görevlerinden birinden söz ediyoruz. Bu konudaki eğitim eksikliği neden görülmez de bu kadar hoşgörülü ve kaderci olunur, anlamak mümkün değil doğrusu. Bırakın yalan yanlış yazmayı, bir yazar kaç kere yazısında imla hatası yapabilir? Bir konuşmacı kürsüde kaç kere tekler, kem küm edebilir? “Yahu arkadaş, madem bu işi yapıyorsun o halde biraz çalış da kendini geliştir” denmez mi kendisine? Denmez bile. Elinden kalemi de çekilir alınır, mikrofonu da.

Daha önce zaman zaman değindiğimiz gol vuruşları konusuna bizi yeniden döndüren sebep pazartesi akşamı oynanan Fenerbahçe-Trabzonspor maçında Olcan Adın’ın kaçırdığı akıl almaz goller oldu. Yazının başında Avrupalıların benzer pozisyonlardaki yüzdesini yazmıştık. Yetenek, şans, kader, kısmet, topun geometrik şekli bir yere kadar. En ciddi kekeme bile ezberleme yöntemiyle klişe ifadeleri rahatlıkla söyleyebilir. Lütfen sizler de biraz gayret edin ve işinizi doğru yapın. Sonra o hoşgörü pamukları sizi ne kadar sarıp sarmalarsa sarmalasın, zehirli ihanet kuşkularından koruyamaz hale gelir. 

26.09.2012 Taraf

19 Eylül 2012 Çarşamba

“Onursal Başkan”ın Yapması Gereken…


Bir başkana “onursal” sıfatı durup dururken verilmez. Başkanı olduğu kuruma ebediyen hayırla yad edilecek hizmetleri olmuştur ki bu sıfat kendisine layık görülmüştür. Ancak bazı istisnai durumlarda politik-diplomatik sebeplerle verilmiş olabilir, o politik-diplomatik şartlarda köklü değişiklikler olursa verilen paye geri de alınabilir. Yoksa ebediyen hayırla yad edilecek hizmetler yapmış bir başkandan sıfatın geri alınması hiçbir hal ve şartta şık olmaz.

Bilindiği üzere bu onursal başkanlardan biri de Trabzonspor eski başkanı Mehmet Ali Yılmaz’dır. Seksenli yılların başında kulüp maddi açıdan hayli zor durumdayken parlak bir meteor gibi camianın orta yerine düşmüş, önce herkesin gözleri kamaşmış, ancak çok sonraları sebep olduğu kraterin zararının boyutları camia tarafından anlaşılabilmiştir. Anlatmaya yazımızın boyutları yetmez, geçelim.

Bir süre önce söz konusu sıfatın eski başkandan geri alınması için bir imza kampanyası başlatıldı. Trabzonspor Divan Kurulu Başkanlığı’na verilmek üzere imzaya açılan dilekçede, Mehmet Ali Yılmaz’ın şike soruşturması sürecinde gerek sahibi olduğu medya kuruluşları vasıtasıyla gerekse başka medya organlarına yaptığı açıklamalarla kulübe zarar verdiği gerekçesiyle, Trabzonspor tüzüğünün 62. maddesi c. bendinde geçen suçlardan dolayı onursal başkanlıktan “ihraç” istemiyle disiplin kuruluna verilmesi isteniyordu.

Sayın eski başkan, birkaç gün önce yine bir gazeteye verdiği röportajda, dilekçede iddia edilen tavırları (ya da suçları) aynen sergileyince bu sefer kulübün de resmi tepkisine muhatap oldu. Kulübün yaptığı açıklamada söz konusu ihraç talebine de atıfta bulunularak bugüne kadar gelen baskıların sineye çekildiği, ancak son gelişmelerden sonra talebin dikkate alınıp gereğinin yapılacağı ima edildi. 

Elbette bir şahısa onursal başkan gibi ağır bir payeyi layık gördükten sonra geri almayı düşünmek hoş bir şey değildir. Ancak gerek başkanlığı döneminde gerekse daha sonraları sergilediği hal ve hareketleriyle camiayı çileden çıkarmıştır. Trabzonspor camiası kendisine olağanüstü bir kredi tanımış, kendisi bu krediyi har vurup harman savurduğu yetmiyormuş gibi kulübü maddi-manevi çok büyük zararlara uğratmıştır. Aynı yönetim kurulunda kendisiyle birlikte görev yapmış olan yakın arkadaşı aktör Tanju Gürsu, Trabzonspor resmi dergisine verdiği röportajda “Yönetim kuruluna danışmadan Abdullah ve Ogün’ü nasıl satarsın? Onları kaç paraya sattın?” diye sorduğunda “ben bilmem, git muhasebeye sor” cevabını aldığını açıkladıktan sonra şöyle demiştir. “Soramadım, çünkü kulübün muhasebecisi diye biri yoktu

Trabzonspor kurumsallaşmasını tamamlamış olmaktan hâlâ uzak olsa da şükürler olsun o günler artık geride kalmıştır. Hesap sormak diye bir alışkanlığı bulunmayan, kötü anıları unutmaya pek meyilli olan insanımız o zamanlar olup bitenleri unutmaya çoktan hazırdır ama sayın Yılmaz buna izin vermemekte, yaptıkları ve yapmadıklarıyla hafızaları tazeleyip durmaktadır. Onursal başkan sıfatını kendisinden geri almak kongrenin vereceği bir karardır. Ancak zatı alinin camiaya bu saatten sonra yapacağı en büyük iyilik, kaptanın kaldırması gereken şampiyonluk kupasını kaldırarak verdiği görüntünün sevimli hatırasıyla bizi baş başa bırakması olacaktır. 

19.09.2012, Taraf

12 Eylül 2012 Çarşamba

Yakındaki Trabzonspor, uzaktaki Trabzonspor…


Trabzonspor taraftarının ezici çoğunluğu büyük ölçüde ülkede var olan göç olgusundan kaynaklanan sebeple şehir dışında yaşıyor. Dünyada bunun başka örneği var mı bilmiyorum. Olsaydı belki oralardan çıkarılabilecek örneklerle başarı için bir yol haritası oluşturulabilirdi.

Elbette şehirde yaşayanla şehir dışında yaşayan taraftarın Trabzonspor’a bakışı ve tutkusu farklılık arz ediyor. Geçtiğimiz günlerde gözlemlediğimiz sıcak ve çarpıcı bir örnekle açıklamaya çalışalım:

Trabzon’un merkezinde doğan ve liseyi orada bitirdikten sonra İstanbul’da üniversite okuyan genç bir arkadaş geçtiğimiz günlerdeki sohbetimizde şunları söyledi. “Ben Trabzon’dayken nasılsa takım burada, tesisler burada, istediğimiz zaman antrenmana da gideriz, maça da gideriz şeklinde bir kanıksamışlığım(ız) vardı. Şehirden ayrıldıktan sonra durum çok değişti. İstanbul’da geçirdiğim dört senede, sanırım Trabzon’da gitmediğim kadar buradan maça gittim

Memleketi ve memleketiyle özdeşleşmiş kulübünden uzakta, üstelik diğer kulüp taraftarlarının çoğunlukta olduğu yerlerde insanların daha hassas ve daha tutkulu olmaları normaldir. Biz de Amerika’yı yeniden keşfettiğimizi iddia etmiyoruz ama Trabzonspor’u yöneten kadrolar bu gerçeği bugüne kadar görmediler ya da göremediler ne yazık ki. Trabzonspor’un rakiplerine baktığımızda taraftarın demografik dağılımı farklıdır. İstanbul’un üç büyük kulübünün de, Anadolu’nun Trabzonspor dışındaki tek şampiyonu Bursaspor’un da kendi şehirlerinde, kulübe gerekli beslemeyi yapacak yeterli taraftar çoğunlukları mevcuttur.

Trabzonspor, güçlü rakipleriyle baş edebilmek için “dışarıdaki” taraftar potansiyelinden maksimum faydayı temin edebilmenin yollarını aramak ve bulmak zorundadır. Başta nüfusunu göç verdiği büyük şehirler olmak üzere, nerede taraftarı varsa oralara gidip onlarla sıcak iletişim kurmak, kulüple her türlü bağlarını güçlendirmelidir. Bu da yetmeyecek, uzak diyarlarda ezici çoğunlukların arasında tek başına Trabzonspor sevdasını yaşatan kahramanlara da ulaşıp, hem onlarla gönül köprüsü kurmalı hem de onların hikayesini herkese duyurarak kendine özgü bir kulüp kültürü oluşturmanın temellerini atmalıdır. Madem Trabzonspor taraftarın demografik dağılımı açısından dünyada eşi benzeri bulunmaz ya da zor bulunur bir kulüptür, bu gerçekten hareketle yine eşi benzeri bulunmaz ya da zor bulunur bir kurum inşa ederek istikbal ve mevcudiyetini kayıp kupaların peşinde koşarak korumak zorunda kalmamayı başarabilir.

Bunun yazıldığı kadar kolay bir şey olmadığının da bilincindeyiz elbet. Fakat milyonlarca Trabzonsporluyu Trabzon’a toplamaktan (!) ya da Trabzonspor’u İstanbul’a taşımaktan daha mantıklı ve realist olduğu da sanırım takdir edilecektir. Birincisi ironiydi, fakat ikincisi yani İstanbul’a taşıma fikri ciddi ciddi konuşuluyor bazen. Asla ve kat’a. Biz gurbet ellerde Trabzonlu ve Trabzonsporlu kimliğimizi koruyabiliyoruz. Fakat Trabzonspor Trabzon’da olduğu için koruyabiliyoruz. 

12.09.2012, Taraf

5 Eylül 2012 Çarşamba

Türk futbolunda hırsızın suçu…


Birkaç yıl öncesine kadar Trabzonsporlular ve Trabzonsporlu olmayıp Trabzonspor’a sempatiyle bakan bazı kimseler, rakipler illegal yöntemlere başvuruyorsa onları sahada yenmekten başka çare olmadığını ve bunun mümkün olduğunu söylerlerdi. Örneğin bir yakınım aynen şöyle derdi. “Hakem bir golünü saymayabilir, iki golünü saymayabilir ama üçüncü golünü mecbur sayacak”  

Ben meşru bir gol atacağım, hakem saymayacak. Bu durumu kabul edeceğim, boyun eğeceğim, uğraşıp didinip bir gol daha atacağım. Yine sayılmayacak. Bir dakika, bir dakika… O niyeymiş o?.. Ben rakibin beher golüne karşılık 3 gol atacağım ve ancak eşitliği sağlayacağım ve bunun adı “düzen” olacak, öyle mi?

Bu asla kabul edilemez bir düşünceydi ve işin garibi hâlâ bu ve benzeri düşünceleri mebzul miktarda savunan vardı. Futbolun patronları bazı takımlara karşı diğer bazı takımlara üç gol avans verecek, (üç gol avans tabiri bir yakıştırma tabii, şu yakınımın sözünden hareketle temsilen öyle söylüyorum) üç gol geriden gelenler bu aşağılık düzeni kabul edecek, maça üç gol önde başlayanlar da bu şartlarda gelen başarıya sevinecekler. Aman Yarabbi…

Bu konu durup dururken aklımıza gelmedi. Birkaç gün evvel bir televizyon kanalında canlı yayınlanan tartışma programında katılımcılardan Erdal Hoş Trabzonspor’un şike mağduru olduğu konusunda yorumlar yaparken, bir başka katılımcı itiraz etti ve “siz de 82 yerine 85 puan alsaydınız” şeklinde garip bir çıkış yaptı. Ortada mahkeme kararıyla tescillenmiş bir şike var ve arkadaşın yaklaşımı bu şekilde. Tevekkeli değil Nasrettin hoca asırlar önce “hırsızın hiç mi suçu yok?” diye isyan etti bu topluma karşı. Toplum da öyle anlaşılıyor ki bir adım ileri gidemedi. Hâlâ bu soru sorulmak zorunda kalındığına göre.

Bakınız, hep söylüyorum: Şimdi eskisi gibi değil, takım tutma yaşına gelen çocuklar çoktan kendilerine Avrupa’dan bir takım seçmeye başladılar bile. Eskiden Türkiye’de futbolseverin başka bir yeri gördüğü yoktu, mecburen bu üç avanslı sistemden keyif almaya çalışıyordu. Kabullenmiş, içselleştirmişti bu durumu. Artık Avrupa ve Dünya yıldızları şifresiz, ücretsiz olarak haftanın birkaç akşamı isteyen herkesin evine misafir oluyor. Aradaki kalite farkı da ortada. Öyle avanslı filan değil, gerçek anlamda bir rekabet düzeni de var. Bundesliga’da geçen haftanın seyirci ortalaması 40 bin küsûr. Bizde bırakın stada gitmeyi, yerli futbolu izlemekten tamamen vazgeçen nice insan tanıyorum. Nereye kadar döner bu değirmen - o da giderek azalan- taşıma suyla?

Bu sezon da Avrupa karnemiz geçer not alamadı. Galatasaray ve Fenerbahçe’den başka hiçbir takımımız eski tabirle Kapıkule’den ötede barınamadı, geri döndü. İki takımın da ne yapacakları meçhul. (Meçhul değil aslında, hepimiz biliyoruz akıbeti) Taraftarın bu takımlara hesap sormasını boşuna beklemeyelim. Bizim toplum hesap sormaz. Bir esnaftan kazık yerse sessiz sedasız gider başka yerden alışveriş yapar. Şimdi de öyle olacak. Bir tuş darbesiyle ulaşabildiği Avrupa futbolunun müşterisi olacak. Hem daha ucuz hem daha kaliteli. 

Görürsünüz. 

05.09.2012 Taraf

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Trabzonspor’da kuşak sorunu



Kuşak farkı, toplumsal düzenin işlemesi açısından her zaman önemli bir sorun teşkil eder. Fakat bizim gibi hareketli toplumlarda bu sorun çok daha ciddi ve büyüktür. Daha net anlaşılabilmesi için iki uç örnek vereceğiz: Bir Batı Avrupa ülkesi düşünün. Her şey yerli yerine oturmuş, evli evinde, köylü köyünde, şehirli şehrinde. Öyle büyük göç hareketleri yok. Toplum hayatını derinden etkileyecek sarsıntılara da pek rastlanmıyor. Bir aile söz gelişi 300 yıldır aynı adreste oturuyor. Nesiller boyunca o evde doğmuş büyümüşler. Dede profesör, baba da öyle, oğlan da master yapıyor. Bu ahval ve şeraitte dede ile torun arasında mutlaka bir kuşak farklılığı olacaktır ama bu ne kadar bir farklılık olabilir?

Bize gelelim. Dede okuma yazmayı askerde öğrenmiş, baba orta ya da lise mezunu, torun birkaç dil biliyor, sık sık yurt dışına gidip geliyor. Arada savaşlar, depremler, darbeler, muhtıralar, yokluklar, kuyruklar, anarşi, terör. Bunların hepsi nesillerin hafızasında yer ediyor, davranış kalıpları ve reflekslerini olumlu-olumsuz etkiliyor. Hepsinden beteri koskoca bir göç olgusu var. Şu bizim dede köyde yaşıyor, baba kasaba ya da kentin varoşlarında, oğul da havuzlu villada. Sanırız farkın çok daha büyük olacağını söylemeye bile gerek yok.

Başta söylediğimiz gibi uç örnekler verdik. Nasıl ki (benim dahil olduğum) Trabzonspor’un bütün şampiyonluklarını görmüş en genç nesil, şu anda 20 yaş grubunda bulunan taraftarın Şenol Güneş’i birkaç dakikalık görüntülerle bile olsa sahada oynarken hiç görmediğini düşünememektedir, halihazırda Trabzonspor’da yönetici ya da yönetici adayı pozisyonunda bulunan 50-60 yaş kuşağı da bizleri ve daha genç nesilleri anlamamaktadır. Trabzonlular hem göç hadisesinden hem de şu yukarıda tasvir ettiğimiz Türk ailesinin takip ettiği seyirden birinci derecede etkilenmişlerdir çünkü.

Buna ilave olarak, Trabzonspor özelinde bir başka kuşak sorunu daha karşımıza çıkmaktadır. Trabzonspor camiası, şampiyonluk görerek taraftar olanla görmeden taraftar olan şeklinde görünmez ama kalın bir çizgiyle ikiye ayrılmaktadır. Birinci sınıfta yer alanlar kendileri hiçbir katkıda bulunmadıkları halde gelen başarılar sonrası, bu başarıların Trabzon şehri ve insanının bir takım üstün özelliklere sahip olması hasebiyle kendi doğallığında geldiği gibi biraz da kaçınılmaz bir yanılgının esiri olmuşlardır. Ortada yıldız oyuncularını satıp yerine gençleri monte ettiği halde şampiyon olup duran bir takım vardır. Bu kitle taraftarı olduğu takımın başarısı için hiçbir çaba sarf etmemiştir, çünkü böyle bir şeye lüzum olmamıştır.

1984’teki şampiyonluktan sonra yetişen nesil, kendi döneminin şartları icabı özellikle yurt dışındaki gelişmeleri daha yakından takip edebildiği için farklı bir taraftar profili geliştirebilmiştir. Başarı kolay değildir, eskilerin beklediği gibi kendiliğinden filan gelmeyecektir. O halde tribünde alkışlamaktan çok daha fazlası yapılmalıdır. Buna da yeni nesil hazır ve nazırdır. Eskilerin tecrübelerini de yanlarına alarak, yeni ve çok daha sağlıklı bir kurum inşa edebileceklerdir. 

29.08.2012 Taraf

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Genç Trabzonsporlular göreve…



Bir kulüp iyi yönetilirse başarılı, kötü yönetilirse başarısız olur. Mesele özünde bu kadar basittir. Başarı kavramı göreceli olabilir, o ayrı meseledir. Trabzonspor kulübü başarılı mıdır? Bizce değildir, o halde iyi yönetilmemektedir. Bu bir kötü niyet sonucu değildir, temelinde bir kuşak sorunudur. Takımın başarıdan başarıya koştuğu yılların konjonktürü mazide kalmıştır. Amma ve lakin yönetici zihniyet aynı hızla değiş(e)memiştir. Günümüzde gelinen noktadaki başarısızlığın esas sebebi budur. (Umarız değerli okurlarımız şike, kupa, transfer, Karabük maçı gibi konulara değil de büyük resme baktığımızı takdir ediyorlardır)

Trabzonspor yönetimi, genel anlamda Trabzon merkezde yaşayan ve oraya ait insanların tekelinde kalmış, bu insanlar bırakın başka vilayetlerden olan yönetici adaylarını, Trabzon’un ilçelerini bile dışlamışlardır. Ulaşım ve iletişimin günümüzdeki kadar gelişmiş olmadığı geçmiş dönemlerde bu yapı muhafaza edilmiştir, ancak ebediyete akıp giden zamanda Trabzon dışında ikinci ve üçüncü nesil Trabzonlular yetişmiş, aldıkları eğitim ve yaşadıkları çevreler itibariyle Trabzonspor’u çok daha yüksek noktalara taşıyabilecek vizyon ve kapasitede bir pozisyona sahip olmuşlardır. Ve artık bu insanların Trabzonspor’da yönetimi devralmaları zamanı gelmiştir.

Konu sadece genç Trabzonlular meselesi değildir. Çünkü Trabzonspor sadece Trabzonluların takımı değildir. Başta komşu vilayetler olmak üzere Türkiye’nin her yerinden çok değerli Trabzonsporlular vardır. En az Trabzonlular kadar takımlarına bağlı olan. Bu insanlarla kulübün arasında sağlıklı ve verimli bir iletişimin kanalları behemehal inşa edilmelidir.

Trabzon merkezdeki kesimin bu tatlı iktidarı kendiliğinden devir teslim etmesini beklemek kuşkusuz hayaldir. Bu tarihi görev, gerek Trabzon’da gerekse gurbette yaşayan aklı selim sahibi yeni nesillere düşmektedir. Başarıları hiç beklemediği anda kucağında bulmuş olan ve kaybettiği zaman ne yapacağını bir türlü kestiremeyen eski nesil Trabzonsporlulara değil, şampiyonlukları büyüklerinden peri masalı gibi dinlediği halde Trabzonsporlu olan ve Şenol Güneş’i dünya gözüyle doya doya izlemek bir yana, internet arşivlerinde birkaç dakikalık görüntüsünü bulunca sevincinden havalara uçan nesillere…

Yazdıklarımızla kimseyi tahkir ve tezyif etmek istemiyoruz. Ancak Trabzonsporlu babaların kollarından tutup maç izlemeye götürdükleri küçük çocuklar bir şeye benzemeyen futbol ve sıkıntılı sonuçlar karşısında kendi kendilerine “benim burada ne işim var?” diye sormaya başlarsa artık ne Şenol Güneş’in birkaç dakikalık görüntüleri para eder ne de peri masalları… Trabzon’daki değerli büyüklerimizin kulübün kuruluş ve renk tercihindeki zorlukları anlatmalarını da dinleyen kalmaz. Geçenlerde topluca maç izlediğimiz bir mekanda çocukların gözlerinde o sorunun işaretini görür gibi olduk da tüylerimiz ürperdi çünkü. 

22.08.2012 Taraf

9 Ağustos 2012 Perşembe

Transfer hafakanları…


Transfer zamanı beni hafakanlar basıyor. Zorla değil ya, birilerinin yemeyip yedirdiği, giymeyip giydirdiği, gözü gibi bakıp yetiştirdiği futbolcusunu başka birilerinin gelip parayı bastırarak çekip almasını, hazıra konmasını bir türlü benimseyemedim. Hele aşağıdaki örnekteki gibi olunca insan zıvanadan çıkıyor.

Ercan Güven, 10.01.2009 tarihinde “Yusuf’un transferi, sistemin özeti!..” başlıklı bir yazı yazmıştı. O sezon Trabzonspor ara transferde Yusuf Şimşek’i transfer etmek istemiş, transfer bitti derken birden bire devreye Beşiktaş girmiş ve adı geçen futbolcuyu kadrosuna katıvermişti. Ercan Güven de bu durumu “Beşiktaş Trabzonspor’u ekarte etmiştir” diye yorumlamış, daha koca bir 2. yarı olmasına rağmen Trabzonspor’un şampiyonluk şansının kalmadığını açıkça söylemişti. Çünkü Trabzonspor teknik direktörü takviye ihtiyacı olduğunu beyan etmiş, sizden daha güçlü bir rakip transferini düşündüğünüz futbolcuyu önünüzden çekip almış, sizi bir omuz darbesiyle aşağılamış ve dertlerinizle baş başa bırakmıştır. İstediği takviye yapılamayan teknik adam da görevinin başındadır, yerine adam istenen futbolcu da yine takımdadır. Her zaman daha fazlasını isteyen kalabalıklar da tribündedir.

Ercan Güven’in son paragrafını aynen alıyorum:

Bir futbolcunun rakibine çalım atması sağa bırakıp soldan kaçması, teknik direktörün rakip orta sahayı üzerine çekip takımına uzun toplarla gol aratması ne kadar “aldatmaysa, komploysa, ayıpsa”, bu da o kadar...
Futbolun kuralları böyle yazılmış. Rekabetin içinde “iyi futbolcuyu alma” rekabeti de var, “rakibin silahını ele geçirme” taktiği de... Kaynakları bol olanın dizginleri tutma gerçeği de.
Paran azsa, zekanı zorlayacaksın.
Dert yanıyorsan, belli ki kayıptasın.
Trabzonspor Başkanı Şener, “Beşiktaş kendisine yakışanı yaptı” derken “etik eleştiri” getirmeye çalışıyor rakibine.
Ev alıyorsanız, arsaya yatırım yapıyorsanız, son anda komşunuzun çıkıp daha yüksek para vermesi “etik bağlamda” tartışılabilir tabii. Ancak, bir fabrika kuruyorsanız ve rakip fabrikanın yöneticilerini transfer etmek istiyorsanız bunun adı bilinçli ve akıllı yatırımdır.
İşin içinde para varsa, sonuçta tüm kulüpler şampiyonluğu hem taraftarlarını sevindirmek hem de daha büyüyüp bol gelire kavuşmak için istiyorsa... Parayı bastırıp malzemenin iyisini almak veya parayı bastırıp rakibinin tekerine çomak sokmaktan doğal bir şey var mı?
Ne dediniz; “ayıba ortak mı oldum”?..
Bana ne, ben mi soktum futbola parayı.”

****

Ev ve arsa alırken komşunuz devreye girip yüksek para veriyorsa “etik bağlamda” tartışılabilir ama fabrika ve transfer işinde bunun adı bilinçli ve akıllı yatırım… Trabzonspor’un önünde iki yol vardır. Ya bir şekilde bütçesini rakipleri kadar büyütüp onun bunun yetiştirdiği futbolculara -af buyrun- salça olmak ve bunu büyüklük kabul etmek; ikincisi ne yapıp edip kendi fabrikasını kurup bir an önce üretime başlamak. Böyle hem kel hem fodul misali olmuyor çünkü. Ne üretebiliyorsun ne de satın alabiliyorsun. Kibrinden dolayı “büyüklük bunun neresinde?” diye de soramıyorsun. 

09.08.2012 Taraf

2 Ağustos 2012 Perşembe

Bizden gazeteci çıkmıyor…


Yapanlar bilir, askerde tertipçilik diye bir bela vardır. Bazen birliğin komutanı tarafından resmen uygulanır, çoğu zaman er ve erbaşın kendi arasında kurduğu bir düzenin adıdır. Katı kuralları vardır ve acımasızdır. Kısaca özetlemek gerekirse, askerde en pis ve ağır işleri birliğe en son katılanlar yapar. Askerin kıdemi arttıkça yapılan işler temizleşir ve kolaylaşır. Hele tezkereye yakın zamanlarda asker neredeyse hiçbir iş yapmaz, hâttâ son günlerde kendisine nöbet bile yazılmaz. Komutan eliyle tertipçilik yoksa da bile üstler de bu olguyu bir dereceye kadar kabul ederler yani.

Tabii konu sadece iş yapmak ya da yaptırmaktan ibaret değildir. Üst tertipler alt tertiplere büyük bir küçümseme ve aşağılamayla bakarlar. Neredeyse nefrete varan… Bu hakkı (!) kendilerine veren tek şey, asker ocağına birkaç ay erken gelmiş olmalarıdır.

Ancak işin içine başka faktörler girince işler birazcık karışır. Örneğin asker ocağına üniversite mezunları gelince onları nereye koyacaklarını tam olarak kestiremezler. Devlet onları sıfırdan başlatmamış, birkaç adım öncelik vermiştir ama er, erbaş ve muvazzaflar bir türlü üniversite mezunu askerleri içlerine sindiremezler, sürekli bir gerilim azala çoğala devam eder gider.

Bu tertipçilik olgusu asker ocağında kalsa neysedir. Fakat biz asker millet olduğumuz için olsa gerek, bu tertipçilik ruhumuza işlemiştir. Her meslek dalında, hâttâ hayatın her alanında karşımıza çıkar. Bir mesleğe sizden önce başlamış biri kayıtsız şartsız sizden üstündür. Yetenek, çalışkanlık, başarı düzeyi falan filan. Hiçbirinin önemi yoktur. Yeter ki kapıdan daha önce girmiş olun… Neden bunları yazdık? Birkaç gün önce Star Gazetesi yazarı Yavuz Saltık, bir köşe yazısında eski gazeteci Hasan Sarıçiçek’e bir takım eleştiriler yöneltti. Eleştiriler ağırdı, hafifti, yerliydi yersizdi; bir şey demeyeceğim. Gerek Hasan Sarıçiçek gerekse Yavuz Saltık bu konudaki iddialarını savunabilirler, kendi aralarında konuşup halledebilirler. Nitekim önce şahsen telefon görüşmesi, ardından da geçen akşam TGRT Haber’de bir programda konunun açılması üzerine canlı bağlantıyla müzakere edildi ve karşılıklı helalleşmeyle en azından zahirde tatlıya bağlandı.

Bizim takıldığımız nokta, Hasan Sarıçiçek’in canlı bağlantıdan önceki dakikalarda -bağlanmaya çalışan Yavuz Saltık’ın dikkatinden kaçmış olacak- sarf ettiği bir cümle oldu. “Önüne gelen köşe yazarı olmaya başladı” mealinde bir şey. Alın size tertipçiliğin âlâsı. Yavuz Saltık’ın yazıları ortada, yazdıkları ortada. Bir başka gazeteci hakkında iki satır laf edebilmek için 40 yıllık meslekten mi olmak gerekiyor acep?

Rahatsızlığımızın sebebi sadece bizim de 40 yıllık gazeteci olmayışımız değil. Dedik ya, her alanda karşımıza çıkıyor bu illet. Okulda, ailede, en fazla askerde, iş hayatında… Ondan sonra bizden adam çıkmıyor, nitelikli insan yetişmiyor falan filan. Yetişmez, boşuna beklemeyin. Yetişen de 40 yıldır aynı yere çekiç vuran ustanın her halükârda kendisinden üstün tutulmadığı yerlere kaçıyor. Önleyin bakalım beyin göçünü, önleyebilir misiniz… 

02.08.2012, Taraf

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Yabancılar karışmasa, her şey ne güzel (!) olacak…


Pazar günü bizim medyada bir haber çıktı. Habere göre Romanya’da bir gazete Fenerbahçe-Vaslui eşleşmesini konu ettiği bir yazının başlığında şike hadisesine gönderme yapmış. Asıl dikkatimizi çeken bizim medyanın böyle haberler karşısında değişmeyen tepkisi oldu. Bu göndermeyi çirkinleşme olarak yorumlamıştı bizimkiler.

Aklıma hemen Fatma Whitbread adlı eski cirit atıcı geldi. 1983’te İngiltere adına yarışırken ilgimizi çekmiş ve hayat hikayesini hemen öğrenivermiştik. Aslen Kıbrıs Türkü olan Whitbread, bebekken ailesi tarafından terk edilmiş ve 14 yaşında öğretmeni Margareth Whitbread tarafından evlat edinilmiş. Aynı zamanda bir cirit öğretmeni olan analığı kendisini cirite yönlendirmiş. Günler ilerledikçe Fatma’nın küçük yaşta yine bir Türk tarafından tecavüze uğramış olduğu da ortaya çıktı. Şampiyonanın sonlarına doğru Fatma Whitbread “Kendimi Türk saymıyorum!” diye bir ifade kullanınca büyük gazetemiz cevabı yapıştırdı: “Biz de onu!

Kızcağızın başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiş ama bizim için onların zerre kadar önemi yoktu. Her hal ve şartta ulusuna (?) aidiyet göstermesi gerekiyordu çünkü.

90’lı yılların ortalarına doğru adını şimdi hatırlamadığım ciddi ve itibarlı bir Alman dergisi, kapak resminde Türk bayrağı ile enjektörü birlikte gösterilmiş, bu da bizim milli onurumuza çok ama çok dokunmuştu. Enjektörün ne anlama geldiğini, 90’lı yıllarda bu ülkede uyuşturucu trafiğinin hangi düzeyde olduğunu hatırlatmama gerek yok sanırım. Herkesin bildiği bu gerçek bizi rahatsız etmiyordu da yabancı basın haberi yapınca feryadı basıyorduk.

Bunlar gibi daha pek çok örnek verilebilir. Ben çok merak ediyorum, bu hastalıklı psikoloji nasıl ve ne zaman düzelecek… Biz kabile miyiz ki içimizdeki problemlerin boyut ve ciddiyeti ne kadar büyük olursa olsun, “dışarıdakiler”in bundan haberdar olması kadar önemli değildir.

3 Temmuz’dan sonraki süreçte birçok defalar yazıp çizdiğimiz bir gerçek var(dı): Süreç Türkiye’de hangi karara bağlanırsa bağlansın, dünya konjonktürüne aykırı bir mecrada ilerleyemezdik. Eski tabirle eller mersine, biz tersine gidemezdik yani. Biz aşamadığımız problemleri yok farzederek kendimize sahte bir gerçeklik üretiyor, o gerçeğin içinde yaşamaya başlıyor, günün birinde realite duvarına toslayınca da o duvarı oraya dikene (!) kızıyorduk. Tıpkı son olayda olduğu gibi. Göreceksiniz, Rumen basınının tavrı sadece başlangıçtır, şike ve şikeci göndermeleri devam edecektir.

Bunlar elbette hoş şeyler değil, keşke Türkiye iç dinamikleriyle zaruri değişiklik ve düzenlemeleri kendisi yapabilse. Ancak olmuyor, Türkiye hep geç kalıyor. Hem uygar dünyanın bir parçası olmak istiyor hem de o dünyanın gerek ve gerçeklerini kabul etmek istemiyor. Sabah erken kalkıp yapması gereken bir iş olduğu ve işin önemini bildiği halde bir türlü uykusundan vazgeçemeyen biri gibi. Hâttâ kendisini kaldırmak isteyenleri tersleyen biri… O ters hareketleri göze alıp uyandırmak gerek onu. Hepimizin iyiliği için.

25.07.2012, Taraf

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Trabzonspor bir karar vermelidir


Trabzonspor’un bazı ciddi problemleri var. Bunlar transfer zamanında iyice ortaya çıkıyor, daha bir kendilerini gösteriyorlar. Kadrosunda bulunan kaliteli bir futbolcu tercih yapacağı zaman İstanbul’u seçiyor, Trabzon’da kalması şaşırtıcı bulunuyor. Bu tabii Trabzonspor’un kendi bünyesinde yetiştirmeyip, dışarıdan aldığı futbolcular için söz konusu oluyor. Kendi yetiştirdiği futbolcular eğer kulüp razı olmazsa kolay kolay İstanbul’a gitmiyorlar.

Gitmiyorlar ama hem onların hem de kulübün analarından emdikleri süt burunlarından geliyor. Medyada her gün bir takıma transfer olacakları haberleri dolup taşıyor. Yalanlıyorlar, ertesi günü hiçbir şey olmamış gibi aynı haberler devam ediyor. Belli ki kapalı kapılar ardında kendilerini ikna etmek için bin türlü çaba da gösteriliyor.

Transfer bir realite. Birileri gelecek, birileri gidecek. Birileri belki daha fazla kalacak, birileri daha az... Özellikle son iki yılda İstanbul’a giden Egemen, Selçuk, Engin, Toulouse aktarmalı da olsa Umut ve en son Burak... Hepsi de görevlerini en iyi şekilde yapmaya çalışarak sürelerini tamamladılar ve ayrıldılar. Normalde bir problem yok ve olmaması da gerekiyor.

Ancak Trabzonsporlular kendi kulüpleri yerine İstanbul’u tercih eden futbolculara çok içerliyor ve bunu bir tür hakaret olarak algılıyorlar. Sonra kendi aralarında tartışmaya başlıyorlar. Kimi gerçekçi olmaya çalışıp “Kalmazlar tabii. Trabzon’da sosyal hayat mı var?” düşüncesinden hareket ediyor. Kimi aksini savunuyor ve yıllarca kalan bazı kaliteli futbolcuları öne sürüyor. Tartışmalar Trabzonspor’u İstanbul’a taşımak fikrine kadar gidiyor.

Trabzonspor artık bir karar vermeli ve uygulamalıdır. Camianın bu gidişlere tepkisi, yerlerine aynı ya da daha yüksek kalitede futbolcu getirilebileceğinden emin olamayışındandır.

Trabzonspor ya gidenin yerini dolduracak bir transfer pratiği geliştirecek ya da kadrosunda barındırdığı futbolculardan daha fazla istifade etmenin yollarını bulacaktır. Geçmiş yıllarda bu problemin üstesinden gelinebiliyordu, çünkü kadronun ağırlığını Trabzonsporlu (Trabzonlu değil, Trabzonsporlu) futbolcular oluşturuyordu ve kulüpte bir Trabzonsporluluk ruhu hâkimdi. Dışarıdan gelenler de bu ruha adapte oluyorlardı ister istemez. Eskilerden Ali Yavuz, İskender Gönen, daha sonraları Ünal Karaman, Abdullah Ercan ve Tolunay Kafkas bunun en canlı örnekleridir. Böyle bir kulüp ruhu oluşturduğunuz zaman değil başka şehirden, başka ülkeden bir futbolcunuz bile rakip takıma gitmeyi aklının ucundan geçirmez. O zaman ne profesyonelliğin esamesi okunur ne de şehirler arasındaki sosyal yaşam farkı...

Sosyal yaşam demişken iki satır da şu meşhur illüzyondan bahsedelim. Trabzon öyle topluma ezberletildiği gibi küçük ve şirin bir Anadolu şehri değildir. İstanbul’dan bile daha eski bir şehirden ve kökleri yerin yedi kat dibine kadar uzanan bir kültürden bahsediyoruz. Hacim olarak baktığınızda ise Avrupa’nın birçok babayiğit takımına ev sahipliği yapan şehirlerden aşağı kalmaz. İstanbul’a transfer olan futbolcuların Trabzonspor’da oynarken zaten serbest zamanlarının çoğunu İstanbul’da geçirdiklerini biliyoruz. O sosyal hayatın fakirliği, küçük ve şirin bir Anadolu şehri masalları bir zamanlar beş ayrı dilde gazete basılan bir şehrin insanını aşağılık kompleksine sokmak için yapılan psikolojik savaşların parçasından başka bir şey değildir.

18.07.2012, Taraf

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Futbol bir aynadır...


Geçen yıl bu zamanlar, epeydir görüşemediğimiz değerli bir ağabeyle rast geldik ve bir süre sohbet ettik. Uzun yıllardır görüşememiştik ama gazeteci olduğumuz için bizi takip ettiğini söyledi ve hemen bir futbol sohbeti başladı. Futboldan anlayan ve benim hatırladığım dönemde yakından ilgilenen biriydi bu, öyle tuttuğu takım galip gelince sevinen, yenilince “Amaaan bana ne. Oynasın kazansınlar, dünyanın parasını alıyorlar, bana ne faydaları var?” diyenlerden değil.

Ağabeyimiz, uzun bir süre önce futbol dünyasındaki kirliliğe şahit olduğunu söyledi ve “demek ki bu düzen böyle işliyor. Ben de soğudum ve ilgilenmekten vazgeçtim” mealinde bir ifade kullandı. Az önce dediğimiz gibi futboldan öyle kolay vazgeçecek biri değildi ama demek öylesine büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı ki, ortalama bir futbolseverin hayatında çok önemli bir yer tutan bir tutkudan kendini koparmıştı.

Bu davranış iyi niyetli ve asil bir duruşu işaret ediyor gibi görünse de bize göre hayli problemlidir.Futbol pek çoklarının gözünde boş ve faydasız bir meşgale olabilir. Tamam da bu eleştiriyi yapanların bütün zamanlarını kütüphane, laboratuar ya da muhtelif sanat faaliyetlerinde geçirdiklerini iddia etmek de sanırım komik olur. Herkes zaman ve enerjisinin bir bölümünü eğlence türü “boş” işlere ayırmaktadır, ayıracaktır da. Bu futbol olmayacaktır da başka bir şey olacaktır. Özellikle futbola alerji duyan hanımların ne kadarının zamanlarını televizyonda yayınlanan dizilere ve magazin programlarına ayırdıkları herhalde araştırılmaya bile gerek olmayan bir vakıadır.

“Hayli problemli” dedik. Bu problem, futbolu hayatın dışında, hayattan bağımsız bir olgu yerine koymaktan kaynaklanır. Futbol toplumun aynasıdır. Toplumun ahlak ve kültür düzeyi, yine toplumun futbolla ilişkisine birebir yansımaktadır. Söz gelimi futbolda şike varsa, hayatın her alanında olduğu için vardır. Hakeza yolsuzluk, adam kayırma, kısa yoldan başarıya ulaşma gibi bozukluklar da öyle.

Şöyle yapabilir miyiz? Sporda kirlilik hakim, onu terk et. Siyaset öyle, terk et. Sanat öyle, terk et. Ticaret öyle, terk et. İyi de bu saydıklarımız hayatın ta kendisi. Futbol da bütün bunların aynası. Her kirlenen yerden burnumuzu tuta tuta uzaklaşırsak, sonunda gideceğimiz yer kalmaz. O zaman ne yapacağız?
Bu bir tür kaçış psikolojisidir. Hayatın bütün sevimsizlik ve olumsuzluklarını bir kişi, kurum ya da kavramın üzerine yıkıp, ondan uzaklaşarak Dünya’nın Cennet olacağını vehmetmekten başka bir şey değildir. İnsanoğlunun fıtratında var olan Cennet hasreti de bu psikolojiye pek güzel bir zemin hazırlamaktadır.

İyiyle kötü Dünya durdukça savaşacaktır. Hayatın hiçbir unsuru diğerlerinden bağımsız değildir, birleşik kaplar teorisi misali. Futbol ya da bir başka alanın temizliği ya da kirliliği hayatın başka alanlarının temizliği ve kirliliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu alanlardan birini terk etmekle sahil-i selamete çıkılamaz.

Hülasa: Futbol bir aynadır. Ona bakmamakla hiçbir şeyi düzeltemeyiz.

11.07.2012, Taraf

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Güzellikle değişmezseniz zorla değiş(tiril)irsiniz


Birçok tarihçiye göre, Osmanlı İmparatorluğu çağın değişen şartlarına ayak uyduramadığı için yıkılmıştır. Bunu bir çoğu söyler de; hamasetten ve ihanet edebiyatından uzak, sağlıklı değerlendirme ve analizleri pek az tarihçi yapar. İşte o tarihçiler, Osmanlı’nın muhtelif bölgelerinde çıkan isyanlara karşı Osmanlı’yı yönetenlerin “böyle bir şeyin aslında olmaması gerektiği” şeklinde bir düşünceyle yaklaştıklarını ifade ederler. Yönetici kadrolar isyanların neden çıktığını anlamaya ve çözüm bulmaya çalışacağına “bastırma” yolunu tercih etmişler ve koca imparatorluk Titanic’in batması gibi ağır ağır çökmüş.

Tabii rejimler değişse de zihniyetler kolay değişmiyor. Türkiye’yi yönetenlere kalsa çok partili sisteme de geçmeyecek ya da çok daha sonraları geçebilecektik herhalde. Futbolda da bir düzen vardı. Fatih Uraz’ın 25.05.2012’de yazdığı “Futbolun ölüp bittiği yok” başlıklı yazıda anlattığı tüyler ürpertici hadiseler çok önemliydi, ben ilk kez yazılı medyada böyle bir ifşaatla karşılaşıyordum. Ben de 2011 baharında, yani 3 temmuz sürecine aylar varken yine bu köşede bazı yazılar yazıp, konjonktürün büyük bir hızla değiştiğini, Türkiye’deki futbol düzeninin de bu şekilde sürüp gitmeyeceğini vurgulamıştım. Gitmesi mümkün değildi.

Şimdi beklediğimiz değişim yaşanıyor ve her değişim gibi bu da sancılı gerçekleşiyor. Kabul etmeyen ancak komik olur. Yeni dönemde, eski dönemin aktörleri, yardımcı oyuncuları ve seyircileri pozisyon almalıdırlar. Geri dönüş olmayacak. Rio borsasında bir broker hapşırınca İMKB’nin nezle olduğu bir zamanda böyle bir şey mümkün değil artık. Burada en büyük görev seyirciye, bir başka ifadeyle müşteriye düşüyor. Zaten o yüz yıldır kendisine kakalanıp duran çürük çarık mala isyan etseydi bu değişim çoktan yaşanırdı. Mecbur değillerdi, yöneticileri parayı basıp Avrupa gol kralını getirdikten sonra aynı kıtanın sıradan bir takımına elenip gitmeye katlanmaya. Neden sorgulamadılar bu çarpıklığı? “Ezeli rakipleri” yenmekle, onlarla didişip durmakla bütün problemler halloluyor muydu? Ne kadar sürerdi
bu gölge tiyatrosu? Sürmezdi.

Siz sürüp gitmeyeceğini görmeseniz de, iç ve dış dinamikler dönüşüm ve değişimi getirip önünüze dikiyor, kendi iradenizle yapmadığınızı size zorla yaptırıyordu. Yukarıda verdiğimiz tarihi örneklerde olduğu gibi.

Süreç önümüzdeki günlerde nasıl bir seyir takip eder, tam olarak bilmiyoruz. Fakat artık tünelin ucundaki ışık görülmüştür. Birçok alanda dünyada söz sahibi olan, olma yolunda koşar adım ilerleyen Türkiye, futbolda da yukarılara tırmanacaktır. Başta büyükler olmak üzere futbol kulüplerimiz daha aklı başında ve profesyonel yönetimlere kavuşacak, uluslararası platformda daha başarılı sonuçlar alacak ve bu kötü günler tatsız hatıralar olarak anılacaktır. “Yeniköy kasabı” diye aşağılanan bir futbol adamının erişilmesi neredeyse imkansız bir başarıya imza atmış olması, futbolda ne kadar traji-komik bir durumda olduğumuzu göstermiyor mu? Bugün o sıfatı yakıştıranları tükürük hokkasına çevirmek kolay. İşin düşündürücü tarafı, futboldan anladığını düşünen kaç kişi itiraz etmişti o sıfata?

04.07.2012 Taraf

27 Haziran 2012 Çarşamba

Pirlo’nun penaltısı...


Pirlo’nun penaltısından yola çıkarak yine İtalya üzerinden iki satır futbol sohbeti yapacaktık ki, Fatih Uraz hocamızın da dünkü yazısını gördük. Neyse ki aynı girizgâhtan sonra çok farklı bir mecraya doğru gitmiş, okuyunca rahatladık.

İtalyan futbol anlayışına husumet derecesinde kırgın olduğumuzu bilen biliyor. Sebebini de defalarca anlattık. Geçmişi hatırlamayan genç arkadaşlar bunu anlamakta zorluk çekiyorlar ve belki de bizim gereksiz takıntılara kapıldığımızı düşünüyorlar. Dünya futboluna en büyük katkıları (!) katenaçyo olmuş bir ülkenin futboluna beslenen aşırı sempatiyi de ben anlayamıyorum, bağışlayın.

Eğer 1982 Dünya Kupası’ndan sonra teknik direktör Enzo Bearzot’un “benim kafamdaki İtalya futbolu bu değil. Çok farklı bir futbol oynayacağız” mealindeki demeciyle ortaya koyduğu hedef gerçek olsaydı böyle deve kini bağlamazdık bize birçok açıdan benzeyen bu ülkeye. Fakat heyhat... İtalya ligi dünyaca ünlü futbolcuların transferiyle hayli renklendi ama milli takımın futbolu hiç değişmedi. Çok güzel maçlar izlediğimiz 2000 Avrupa Şampiyonası’nda basbayağı katenaçyo oynayarak finale kadar çıktılar. 2006 Dünya Kupası’nda da şampiyon oldular. Bize rahat nefes aldıran şeyse, ne kadar ilgi ve dikkatle takip edilir olursa olsun artık uluslararası büyük turnuvaların, takip eden yıllarda futbolun seyrini belirlemede eskisi kadar etkili olmamasıydı.

Hâlen devam eden turnuvada farklı bir futbol anlayışı sergiliyor olmaları bana opera sanatçısı Altan Günbay’ın durumunu hatırlattı. Bir televizyon programında, oynadığı rollerde hep kötü adam rollerine çıktığını söyleyen Günbay’a sunucu “Hiç mi iyi rollere çıkmıyorsunuz” diye sormuş ve şu cevabı almıştı: “İyi rollere çıktığım zaman seyirci oyunun sonuna kadar ben ne zaman bir kötülük yapacağım diye stres içinde bekliyor.” Hülasa, sahada İtalya oynuyorsa her an katenaçyo kâbusunu görebiliriz dostlar, huylu huyundan kolay vazgeçmez.

Amma velâkin... Yiğidi öldürelim ama hakkını verelim. Böyle turnuvalarda kaçacak bir penaltının nelere mal olduğunu, o penaltının yıllarca unutulmadığını hepimiz biliyoruz. 1994 finalinde Baggiogibi bir yıldızın kaçırdığı misali. Ancak Pirlo, maç boyunca sergilediği mükemmel futbolun üzerine enfes bir penaltı vuruşuyla tam anlamıyla cila çekti. Bizce en önemlisi, bu kadar kritik bir anda bir insanoğlunun gazozuna maç yapıyormuşçasına rahat olabileceğini gösterdi. Topa gelişinde, vuruşunda ve sonrasındaki rahatlığı, futbolun bir ölüm kalım savaşı değil eninde sonunda bir oyun olduğunu bütün dünyaya bilgece hatırlattı. En büyük dersi de bize göre kendi ülkesine verdi. Hatırlarsanız geçtiğimiz haftalarda Morinho’nun röportajından aktarmıştık, İtalyanların futbolda en fazla önem verdikleri şeyin kazanmak olduğunu gözlemlediğini.

İtalyanlar için Pirlo’nun penaltısı bir dönüm noktası olur da artık bizim gibiler için de keyif veren bir futbol sergilemeye başlarlar mı dersiniz? Bakalım, hele birkaç operada daha  iyi adamı oynasınlar...

27.09.2012 Taraf

20 Haziran 2012 Çarşamba

Futbolun sürprizleri bitmez...


Geçtiğimiz günlerde sayfa komşumuz ve değerli gazeteci büyüğümüz Sedat Tunalı“İspanya-Almanya finali engellenebilir mi” başlıklı bir yazı kaleme aldı. İlk cümlesi “Keşke engellenebilse, ama maalesef mümkün görünmüyor” olan yazıda Sedat Tunalı, bu finalin gerçekleşmesi halinde ki kendisi bunu kesin görüyor futbolu çekici kılan en önemli faktörün her tür sürprize açık olması hâlinin anlamının kalmayacağını iddia ediyor.

Tunalı futbolda determinizmin geçerli olmadığını, futbolun böyle düz formüllere sığmayacağını elbette biliyor. Kuvvetle muhtemel konu hakkında biraz kafa yorulmasını istemiştir. Yoksa daha birkaç gün önce turnuvanın iyilerinden Rusya ve Polonya elendiler, yerlerine Çek Cumhuriyeti ve Yunanistan bir üst tura çıktı.

Burada biraz duralım. İki iyi gitti, iki kötü kaldı. Bu sürpriz midir? Şüphesiz öyledir. Peki, bu sürpriz gerçekleşti de iyi mi oldu? Her sürpriz iyi midir? Oynadığı futboldan keyif aldığım takım kıyamete kadar şampiyon olsa ben bundan rahatsız olmam. Kötü (ya da çirkin) oynayan takımın bir şekilde başarılı olup, futbol dünyasına örnek teşkil etmesinden hep korkmuşumdur ve ne yazık ki bu şekilde başarılı olmak çok daha kolaydır. Başarıdan kastımız sonuç tabii, yani şampiyonluk vesaire...

İktisatta “kötü para iyi parayı kovar” diye bir kural vardır. Futbolda da çirkin oyun güzel oyunu kovuyor maalesef.
 Çünkü güzellik emek ister, çaba ister, sabır ister, çok şey ister. Kötülükse çok daha kolay yapılır. Dünya futbolu sözkonusu olduğu zaman eskiden Dünya Kupası turnuvalarında oynanan futbolun ilerleyen yıllarda futbolun seyrini etkilediğini dile getiriyoruz. Eğer güzel oynayan kazanmışsa o kadar etkili olmuyor ama çirkin oyun kazanmışsa derhal örnek teşkil ediyor, futbol çekilmez hâle geliyor. Güzel oynayanın tarzı futbolcuların kalitesine ve uyumuna veriliyor, çoğunlukla da bunun tesadüf eseri olduğu kabul ve iddia ediliyor. Güzelliğin ardındaki çabalar görmezden geliniyor. Hâlbuki 1970 Dünya Kupası’nı muhteşem bir futbolla kazanan Brezilya takımını kahveden toplayıp getirmediler. Bir belgeselde çalışmalarını izlemiştim de izlerken yorulmuştum.

Şimdi Allah için kimse İspanya ve Almanya’nın çekilmez ve izlenmez bir futbol oynadığını iddia edemez. Peki, 2004 Avrupa Kupası’ndaki Yunanistan’ın futbolu? Sahi, o da bir sürprizdi, değil mi?

Sevgili Sedat Tunalı’nın son bölümde ifade ettiği gibi İspanya-Almanya finali gerçekleşirse futbol için tehlike çanları çalmayacak. Çirkin futbol oynayan iki takım da final oynarsa yine çalmayacak o çanlar, sadece futboldan keyif almak ve heyecan duymak isteyenlerin afiyetleri kaçacak. O futbolseverler sonraki günlerde teknolojinin nimetlerinden istifade ederek dünyanın dört bir tarafında oynanan sayısız maçlardan en fazla keyif ve heyecan vereni seçip izleyecekler. Futbol da sürprizlerini sergilemekten asla vazgeçmeyecek, tatlı ya da tatsız...

20.06.2012, Taraf

16 Haziran 2012 Cumartesi

Şampiyonluk Dediğin…



- İyi günler. Yarın saat iki otobüsünde Trabzon'a bilet.... 

- Yok! 

Afallamıştı. Bu diyaloğu son birkaç dakika içinde defalarca yaşamıştı çünkü... Adamın ses tonu ve konuşma tarzından anlaşıldığına göre, o da bu sorudan bıkmıştı. 

"Bir de Panteroğlu'nu arayayım" dedi kendi kendine... "Rahmetli Dedem hep onunla gider gelirdi... Hey gidi...

Farkeden bir şey olmamış, aynı diyalog bir kez daha tekrarlanmıştı. Müthiş canı sıkılmıştı, çünkü bir miras meselesinden dolayı yarın mutlaka Trabzon'a gitmesi gerekiyordu. İş yerinde izin problemi yaşamamak için de bu seyahati hafta sonuna denk getirmeyi uygun görmüştü. 

Anlaşılır gibi değildi. Neler oluyordu? Fındık ya da çay zamanı değildi. Bayram seyran hiç değildi. Okullar da tatil olmamıştı. Neyin nesiydi o zaman bu aşırı yoğunluk? 

Son telefondan da aynı cevabı alınca can sıkıntısı daha da artmış, "Acaba bir de hava yollarını mı arasam?" diye mırıldanmış ama henüz telefonu kapatmadığı için karşıdan gelen "abi, uçaklarda hiç yer yok, boşuna arama" sesiyle irkilmişti. 

-Yahu kardeşim ne var Trabzon'da Allah'ını seversen! diye feryat etti bizimki. Halet-i ruhiyesinin bozukluğu nedeniyle ses tonu bir hayli yüksek kaçmıştı ama karşıdaki böyle şeylere alışıktı anlaşılan. Kısa bir sessizlikten sonra: 

- Abi bu hafta sonu Trabzonspor'un derbi maçı var ya... Ondan bu kalabalık. 

- Ne olmuş derbi maçı varsa?

- Öyle deme abi. Sen epey zamandır Trabzon'a gitmiyorsun herhalde. Son birkaç yıldır garip şeyler oluyor. Trabzonspor'un önemli maçları öncesinde otobüs yetiştiremiyoruz. Üstelik, bu sadece önemli maçlarda böyle olmuyor. Sıradan maçlar öncesinde bile buradaki yoğunluk hissedilir derecede artıyor. Öyle zamanlarda ek seferlerle idare ediyoruz ama böyle günlerde ek sefer filan para etmiyor. 

Teşekkür edip telefonu kapattı ve düşünmeye başladı. Sahi, bu hafta sonu Trabzonspor’un kendi sahasında şampiyonluk yolunda ciddi rakiplerinden biriyle önemli bir maçı vardı ama kafası miras meselesiyle meşgul olduğu için unutmuş gitmişti işte… Zaten Trabzonluydu ama Trabzonspor’u tutmuyordu. Küçük yaşlarda ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşmiş, orada büyümüştü. Çok sevdiği, saydığı bir ağabeyinin telkinlerinin de etkisiyle İstanbul kulüplerinden birine gönlünü kaptırmış, Trabzonlu olmak ile Trabzonspor’u tutmak arasındaki ilişkinin önemini idrak ettiği zaman da artık iş işten geçmişti. 

Trabzonlu olmaktan elbette gurur duyuyor, bunu her türlü ortamda da dile getirmekten çekinmiyordu. Trabzonspor konusu da aslında ara sıra canını sıkmıyor değildi. Hatta Trabzonlu olmayıp da Trabzonsporlu olanları gördükçe yüreği daralıyor, ruhunu hafakanlar basıyordu. O zamanlarda “Canım ne alakası var şimdi? O ayrı bu ayrı” deyip çıkıyordu işin içinden ama bir türlü tam olarak rahat olamıyordu. Bu problematik durumla birlikte yaşamaya alışmıştı iyi kötü. Hayatta her problem çözülecek diye bir şart yoktu ya…

Evet, Trabzonspor’un bu hafta sonu önemli bir maçı vardı. Vardı ama, daha sezonun ortasıydı. Bu şampiyonluk düğümünün çözüleceği bir maç değildi. O halde Trabzon’a bu akın neyin nesiydi? İşte tam bu anda, Trabzonspor taraftarında son birkaç yılda bazı büyük değişiklikler meydana geldiğini hatırladı. Artık Trabzonspor kendi sahasındaki hiçbir maçı boş tribünlere oynamıyor, takım galip gelsin gelmesin seyircinin desteği hiç eksilmiyor; eksilmediği gibi istenmeyen bir sonuç alındığında futbolcular daha bir bağırlara basılıyor, maçtan sonra tribünlere çağırılıp alkışlanıyor, teselli edici tezahüratlar yapılıyordu. Hatta bu da yetmezmiş gibi, sonraki günlerde antrenmanlarda moral ziyaretleri yapılıyor, baklavalar ikram ediliyordu. Futbolcular da her fırsatta Trabzonspor’da oynamanın büyük bir zevk olduğunu, bu taraftara layık olabilmek için ellerinden geleni yaptıklarını söylüyorlardı. Nitekim, Trabzonspor iki yıl önce şampiyonluğu son maçta son dakikada bir penaltının gole çevrilememesi sonucu kaybettiği zaman, akıllara durgunluk veren olaylar olmuş, maç biter bitmez tribünlerden bir alkış tufanı kopmuş, sahaya inen seyirciler penaltıyı kaçıran futbolcuyu omuzlarında taşımışlardı. 

Gazetelerine “Trabzonspor tamamdır, buraya kadar… Artık dağılma süreci başlamıştır…” gibi yazılar göndermeye hazırlanan İstanbul medyası yazarları, bu manzara karşısında ne yapacaklarını bilememiş, abuk subuk şeyler yazmışlardı. Sonraki günlerde camiada öyle aman aman bir moral bozukluğu gözlenmemiş, hiçbir as oyuncu kulüpten gitmek istememiş, tam aksine bu futbolcularla yapılan transfer görüşmeleri en fazla bir iki saatte sonuçlanmış, üstüne üstlük dış transferde de hiç zorluk çekilmeden istenen her oyuncu takıma kazandırılmıştı. Geçen yıl da, geçmişte bir sefer başa gelen dağılma süreci bu kez gerçekleşmemiş, Trabzonspor kadrosunu koruduğu gibi, takviye transferler de yapmış ve sezon sonunda şampiyonluk ipini göğüslemişti.Öyle ya, her maçın bir festival havasında geçtiği bir ortamda kim futbol oynamak istemezdi? Bu öyle bir ortamdı ki, Trabzonsporlu futbolcular için büyük bir itici güç olduğu gibi, rakip futbolcuların üzerine bir felaket gölgesi gibi çöküyordu. Hayır, hayır, sahaya taş, şişe, bıçak yağdığı yoktu. Hatta uzun süredir Trabzonspor tribünlerinde küfürlü tezahürat da duyulmaz olmuştu. Fakat, tribündeki seyirciler, Türkiye’nin başka stadlarında hiç de alışık olunmayan tezahürat şekilleri sergiliyorlar, kendi takımlarını olağanüstü motive ederken, rakip takım futbolcularının konsantrasyon ve ritmlerini son derece olumsuz etkiliyorlar, hakem de bu sürrealist ortamdan ister istemez etkileniyor ve kolay kolay Trabzonspor aleyhine düdük çalmıyor, çalamıyordu. 

Aslında taraftarın yaptıklarının çoğu bilinmeyen şeyler değil, Avrupa stadlarında eskiden beri görülen organizasyonlardı. Örneğin, rakip takım aut atışı kullanırken, hep bir ağızdan bir kelimeyi uzatarak bağırıyorlardı… Maç devam ederken, birden bütün stadı ölüm sessizliği kaplıyor, hakemin tartışmalı bir kararında ise bütün taraftarların birden ayağa kalkıp protestoya başlamasıyla bu ölüm sessizliği kulakları sağır eden bir gök gürültüsüne dönüşüyor, rakip futbolcular ve hakemin yüzlerindeki panik hali kameralara bile yansıyordu. Adamlarda konsantrasyondan, ritmden eser kalmıyordu haliyle… Trabzon deplasmanı en zor deplasmandı artık, antik çağda olduğu gibi… 

Saha dışında da değişmişti Trabzonspor taraftarı. Trabzon’a deplasmana gelen rakip kulüp taraftarları, son derece sıcak bir ilgiyle, çiçek ve alkışlarla karşılanıyor, etki-tepki kuralından dolayı olacak, karşı taraf da buna döner bıçaklarıyla, taşla, sopayla karşılık veremiyordu. Hatta bir iki sefer böyle bir şeye yeltenecek olmuşlardı da, karşılık görmeyince bütün Türkiye’ye rezil olmuşlar, hatta İstanbul medyası bile bu durumu görmezden gelememiş ve kınamak zorunda kalmıştı. İlk bir iki gün medya buna duyarsız gibi kalınca anormal şeyler olmuş, bütün gazete ve televizyonların iletişim kanalları kilitlenmiş, özellikle yayıncı kuruluşun telefonlarına binlerce üyelik iptali başvurusu yapılmış ve sonunda bütün medya kuruluşları tavır değiştirerek yapılan “vahşi ve ilkel saldırıyı” kınayan bir sürü program ve yazı yayınlamışlardı. 

Öte yandan, Trabzonspor medyada eskisinden çok daha fazla yer alıyordu. Başkan ve yöneticiler, sık sık televizyon programlarına çıkıyor, uzun uzun konuşuyorlar, yaptıklarını ve yapacaklarını rahat rahat anlatabiliyorlardı. Trabzonsporlu futbolculara eskisi gibi transfer teklifi yapılıyordu yapılmasına ama hem Trabzonspor artık eskisi gibi maddi problemlerle boğuşmayıp futbolcularına daha iyi paralar verebiliyordu, hem de futbolcular yukarıda tasvir edilmeye çalışılan ortamı bırakıp gitmek istemiyorlardı. Başka kulüplerde en ufak bir tökezlemede dünyanın başlarına yıkılacağını biliyorlardı elbet. 

Yayıncı kuruluş, Trabzonspor’un maçlarını yayınlamakta eskisi gibi nazlanmıyor, maç içerisinde meydana gelen hakem hataları ayrıntılı bir biçimde inceleniyor, eğer hakemin kararı Trabzonspor aleyhine olmuş ve yorumcular tarafından haklı bir karar olarak görülmüşse bile, bu durum “Trabzonsporlu taraftarlar lûtfen kusura bakmasınlar ama…” gibi özür diler cümlelerle açıklanıyordu. 

Trabzonspor’un iki yıl önceki kongresi de son birkaç kongre gibi muhteşem bir organizasyona sahne olmuştu. Onbinlerce insan oy kullanmak için Trabzon’a akmış, şehirde birkaç gün karnaval havası esmiş, iki aday listeleriyle dostça yarışmış ve sonuçta bir tanesi kazanmıştı. Kazananı ilk tebrik eden rakibi olmuş, sıcağı sıcağına yaptığı konuşmada, “Artık başkanımız odur. Bize düşen, Trabzonsporumuz’un menfaatleri için kendisine destek olmaktır” demişti. 

Bu büyük değişim elbette dikkatleri çekmiş, sosyolog ve gazeteciler tarafından incelenmeye başlanmış ama bir türlü nasıl gerçekleştiği, ne zaman ve nerede başladığı anlaşılamamıştı. Medyada kaç kez yönetici, futbolcu ve taraftarlara tuzak sorular vasıtasıyla bu gelişmenin nasıl gerçekleştiği sorulmuş ama hiçbir seferinde doğru dürüst bir cevap alınamamıştı. Görünüşte hiç kimse bilmiyordu bunun sebeb-i hikmetini… Veyahut biliyorlar da söylemiyorlardı. Gerçi Trabzonspor camiası’nda böyle sebepsiz gibi görünen garip olaylar dizisi olmamış değildi geçmişte… Bütün bir Türk futbol kamuoyu, vakt-i zamanında ufacık bir Anadolu şehrinin mütevazi kulübünün ardı ardına şampiyonluklar elde etmesini, kupalara ambargo koymasını, İstanbul’un üç “büyük” kulübünü dize getirmesini de uzun süre anlamakta zorluk çekmişti. Öyle ya, onların zihniyetine göre bu işler sadece maddi güçle, yani “para” ile oluyordu. “Bunlar”da para olmadığına göre, nasıl gerçekleşmişti bunca olup biten şey? 

Sayın yolcularımız, otobüsümüz yarım saat yemek ve ihtiyaç molası vermiştir…” 

Bu ses de neydi? Ne otobüsü? Ne molası? Burası da neresiydi? Rüya mıydı o olup bitenler? 
Kısa süre sonra kendine geldi. Evet, otobüsle Trabzon’a gidiyordu ve yorgunluktan dalıp gitmiş, rüya görmüştü. Fakat ne biçim rüyaydı o öyle? Muhteşem bir Trabzonspor portresi ve fakat kendisi bir İstanbul kulübü taraftarı! İstanbul kulübü taraftarı olacağına, ölürdü daha iyiydi! Nereden zihnine yer etmiş de rüyalarına kadar girmişti? Trabzon’a da rüyasında gördüğü gibi miras meselesi yüzünden değil, önemli bir maç için gidiyordu. Hem de çok önemli bir maç… Acı dolu yıllardan sonra, kendine bile söylemeye çekinir olmuştu ama bu bir şampiyonluk maçıydı işte… Eğer kazanırsa Trabzonspor bu sene şampiyon olacaktı. Gerçi henüz Trabzonspor camiası o rüyasında gördüğü kıvama gelmemişti, “şampiyonluk hâlâ herşey demek”ti. Bu sene de şampiyonluk elden kaçarsa…

Öfff… Düşünmek bile istemiyordu böyle bir ihtimali… Trabzonspor’un böyle kritik maçları her seferinde kaybettiğini söyler dururdu babası… Ta 2. Lig’deyken bir PTT maçı oynanmış, bir beraberlik bile yetiyormuş ama yenilmiş ve o sene 1. Lig’e çıkamamış Trabzonspor… 

O arka arkaya şampiyonlukların geldiği dönemden çok sonraki yıllarda, uzun süre sonra yeniden şampiyonluğa çok yaklaşılmış, yine beraberlik halinde şampiyon olunacakken, kendi sahasında F.Bahçe'ye 2-1 mağlup olarak rakibine şampiyonluğu kaptırmıştı. İşte bu maç, tam bir kırılma noktası olmuş, sonraki yıllarda camia kelimenin tam anlamıyla bunalıma girmiş, fakat 4 yıl sonra yine anlaşılmaz bir şeyler olmuş, ilk zamanlarında “büyük başkan” sıfatı taşıyan ama son yıllarda kulübü uçuruma sürükleyen bir şahıs delege iradesiyle devrilmişti. Daha sonraki yıllarda ise… 

Panteroğlu Seyahat’in sayın yolcuları…” sesi, onu daldığı geçmişte yaptığı düşünce turundan ayırmıştı… Mola süresi bitmiş, otobüs yeniden yola koyulmaya hazırlanıyordu. Böyle gerilimi yüksek zamanlarda sıkça başına gelirdi bu. Kah rüya görür, kah hülyalara dalardı. Acaba bütün Trabzonspor taraftarları böyle miydi? Öyleyse, acaba ondan mı geçmiş ayağına dolanıp duruyordu bu camianın? Başka kulüplerin de başına böyle şeyler gelmiyor değildi. Fakat onlar böyle yıkılmıyorlardı… 

Hah! İşte Samsun’a yaklaşmışlar, Karadeniz’in o efsunlu mavisini görmüşlerdi… Bu ne güzel bir duyguydu Yarabbi! Anadolu Bozkırı’ndan Samsun’a indiğinde, bu eşsiz manzarayı görüp de kendinden geçmek… Sırf bunun için, evet sırf bu duyguyu yaşamak için memlekete giderken hep karayolunu tercih ediyordu. 

Sonraki saatler, tam bir duygu karmaşasıyla geçti… Trabzon’a yaklaştıkça heyecandan ne yapacağını bilemiyor, uyumaya çalışıyor ama şoförün ilk fren darbesiyle yerinden zıplıyor ve içinden “Öfff… Daha gelmedik mi?” diye söyleniyor, bazen uyumaya çalışmakla Karadeniz’i ihmal ettiğini düşünüp suçluluk duygusuna kapılıyor, bir süre deniz tarafına baktıktan sonra yeniden hesap yapmaya başlıyordu, “Ortalama şu kadar hızla gidiyoruz, o halde…” 

Nihayet Trabzon’una kavuştu… Kendini bir an önce Avni Aker’e atmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Arkadaşları onu orada bekleyeceklerdi. Kısa bir telefon trafiğinden sonra arkadaşlarıyla buluşup stada girdiler. Eskisi gibi zor olmuyordu artık maçlara girmek, şampiyonluk maçı bile olsa… Kendilerine ayrılmış yerlere oturdular. Stad neredeyse tamamen dolmuştu ve öyle görünüyordu ki, maç başlayana kadar boş yer kalmayacaktı. Bu işler öyle mazideki gibi olmuyor, herkes biletini önceden alıyor, maç başlamadan kısa süre önce bile gelse kendi yerine oturabiliyordu. O kargaşa yılları geride kalmıştı. Fakat, bu sessizlik de neyin nesiydi? Trabzonspor seyircisi, son yıllarda bir hayli mesafe katetmişti ama o rüyasında gördüğü kadar değildi tabii. “İster misin şimdi bu seyirci maç başlar başlamaz birden ortalığı yıkmaya başlasın? Yok canım, nerede?”dedi kendi kendine… 

İşin en zor kısmı, yani stada girdikten sonra maç saatini bekleme aktivitesi de hayırlısıyla sona ermiş, takımlar sahaya çıkmış ve son hazırlıklarını yapıyorlardı. Seyircide gene fazla bir hareketlenme göze çarpmıyordu. Allah Allah… Şampiyonluk maçıydı bu yahu! Bu kadar heyecansızlık olur muydu? Belki de inanamıyorlardı şampiyonluğa… Bu bir rüya zannediyorlardı… Aman canım, abartmanın da lüzumu yoktu… İşte sahada kanlı canlı bir maç başlamak üzereydi. Başladı…

O da ne? Aman Allahım!.. Şiddetli bir depremin dipten yavaş yavaş yükselen o tüyler ürpertici uğultusu gibi bir gürültü, gelmiş Avni Aker’in üstüne karabasan gibi çökmüştü. Kulakları sağır eden bir tezahürat vardı tribünlerde… Şaşırmıştı bizimki… Trabzonspor’un gerek bu stadda, gerekse deplasmanlarda pek çok maçına gitmişti ama ilk kez böyle bir şeye şahit oluyordu… Şaşkınlığı fazla sürmedi, o da katıldı bu gerçeküstü senfoniye… Onun şaşkınlığı fazla sürmemişti ama rakip takım bu şoku o kadar kolay atlatamamış, uzun süre bocalamıştı. Ne olduğunu anlayana kadar 3-4 tane gol pozisyonu görmüşlerdi kalelerinde… Fakat gol gelmemiş, direkler ve kalecinin parmak uçları galibiyet sayısına engel olmuşlardı. Bu süreç bir süre sonra duruldu. Ne oluyordu? Zihninde flaşlar arka arkaya patlamaya başladı: PTT maçı… 96 Mayısı… Hami’nin frikikleri… Rüştü’nün devleşmesi… Sarılı bir kafa… Aykut Kocaman… Metin Tokat… Ali Şen… O meşum sis… Bordo-mavili bir tabut... 

Hayır, buna izin vermeyecekti… Bir sağına baktı, bir de soluna… Bir de dönüp arkaya doğru… Hipnotize olmuş gibi duran binlerce kafa… Kırpılmadan sahaya bakan binlerce çift göz… Avazı çıktığı kadar haykırdı: 

-Bağırsanıza ulan!!! 

Haykırmaz olaydı… Sanki onu bekliyorlardı. O maçın başındaki gürültü çok daha büyük bir şiddetle gelmiş, yer gök inlemeye başlamıştı. Sahadaki takım da seyirciyle birlikte gayrete gelmesin mi? Yeniden ardı ardına gol pozisyonları başladı. Yok, olmuyordu… Devleşen kaleci, direkler, çizgiden çıkarılan toplar… Fakat olacaktı bu sefer, olmalıydı… Maçın sonları yaklaştı ama inancı bitmemişti. Hissediyordu, bu maçı ve şampiyonluğu kazanacaktı Trabzonspor... Artık uzatma dakikaları yaklaşmış ve Trabzonspor korner atışı kazanmıştı… Korner kullanıldı… İki takımın futbolcuları birlikte kafaya çıktılar… Seken top boşta kaldı… Ve yetişen bir Trabzonsporlu futbolcu bütün gücüyle topa asıldı… …………………

Kendini birkaç sıra aşağıda bulmuştu… Ortalık ana baba günüydü… Topu ağlarda gördüğü anı hayal meyal hatırlıyordu, o kadar… Olanca gücüyle bağırıyor ama sanki sesi çıkmıyordu… Fakat bütün stad bağırıyor, gürültü arşu âlâya yükseliyordu da, kendi sesi neden çıkmıyordu? O kargaşada bir an ayağı kayıp yere düşmüştü. Kalkmaya çalışırken, yanında sevinçten çılgına dönmüş bir arkadaşının kendisine “Kalk oğlum kalk, okula gideceksin” dediğini duymuştu… Anlamamıştı, ne okuluydu bu? Okul İstanbul’da değil miydi? Tekrar bir ses duydu.: “Oğlum kalk, geç kalıyorsun” Bu ses… Bu ses… Annesinin sesiydi… 

Hadi oğlum…

Hayır, olamazdı… Bu da mı rüyaydı? Rüya içinde rüya mı görmüştü? Böyle oluyor muydu? 

-Haksızlık bu be!!! 

Kadıncağızın yüreğine iniyordu az kalsın… 

-Ne haksızlığı oğlum? Ne gördün rüyanda? Ne gördün de bu kadar etkisinde kaldın? 

-Tamam anneciğim, özür dilerim. Ne kadar da gerçekçiydi, Allahım… Bir şey yok anneciğim, kusuruma bakma… Sen kahvaltıyı hazırla, ben geliyorum…

Doğrulup yatakta bir süre oturdu… Rüya içinde rüya? Bu ilk kez başına geliyordu… Başına gelen arkadaşları vardı ama onlarla hep dalga geçmişti… Kalkıp elini yüzünü yıkadı. Aynaya baktı, baktı… Kahvaltısını yapıp okula gitti… 

Bütün gün düşündü rüyasında gördüklerini… Daha önce hiç böyle olmamış, hiçbir rüyanın etkisinde bu kadar kalmamıştı. Kendine bile itiraf edemediği bir şey vardı, bunun rüya mı, gerçek mi olduğuna dair zihninde şüpheler uyanıyordu arada bir... Aklını mı kaçırıyordu yoksa? 

"En iyisi akşam babamla konuşayım" diye karar verdi. Babası su katılmamış bir Trabzonsporlu, futboldan anlayan, gerçek bir Trabzon beyefendisiydi. Güç bela akşamı bekledi ve akşam yemeğinden sonra babasına dün gece gördüğü rüyayı anlattı. Adam birkaç saniye kadar gülümsedikten sonra: 

- Oğlum, dedi. Sen şampiyonluğu yaşamışsın. 

- Nasıl yani? Rüya değil miydi gördüğüm? 

- Rüyaydı. 

- Eeee? 

Baba koltuğuna iyice yerleştikten sonra, Dede Korkut edasıyla ağır ağır anlatmaya başladı: 

- Bak evlat, şampiyonluk dediğin şey, gerçeğin rüyaya en yakın olduğu duygulardan biridir. Sen bunu tersinden yaşamışsın, yani rüyanın gerçeğe en yakın olduğu duyguyu... O sevinç çok kısa sürer, çok çok da birkaç gün... Sonraki zamanlarda bu duygu yoğunluğu insana bir rüya gibi gelir. Bir sene şampiyon olan bir takımın taraftarları, sonraki sezon takım kötü sonuçlar alırsa, "Olsun, ne önemi var? Geçen sene şampiyon olduk ya, gerisi vız gelir" diyorlar mı? O birkaç günlük mutluluk, o coşku seli hatırlanıyor mu? 

Kafası karışmıştı gene... Öyle ya... Kendisi Trabzonsporlu olarak şampiyonluk duygusunu hiç yaşamamıştı ama öteki takımları tutan arkadaşlarından biliyordu, tıpkı babasının dediği gibi oluyor, birkaç günlük çılgınca bir sevinçten sonra, transfer mevsimi, yaz tatili filan derken hayat kısa sürede normal akışına dönüyordu. Ve bir sonraki sezon her şey sil baştan... Bir sezon şampiyon olan bir takım, gelecek sezona birkaç puan avansla da başlamıyordu... Hele bir de geçen sezondaki performansından uzak kalmaya görsün... Ne şampiyonluk kalıyordu, ne de başka bir şey... 

-Pekiyi ne olacak o zaman, şampiyonluk istemeyelim mi baba? Kötü bir şey mi şampiyonluk? 

-Olur mu oğlum? Diye güldü babası. Elbette güzel bir şey... Fakat tek güzel şey şampiyonluk değil... Hele en önemli şey hiç değil... 

-E nedir en önemli şey?

-Bak oğlum. 1982 Dünya Kupası'nda bir Brezilya takımı vardı. Öyle bir futbol oynardı ki, o günleri görenlerin hala damağındadır o futbolun tadı... Zico, Socrates, Eder, Falcao, Leandro... Ne goller, ne paslardı onlar... Fakat o takım o turnuvada şampiyon olamadı. Hatta çeyrek finalde elendiler.

-İtalya şampiyon olmuş, değil mi?

-Evet, İtalya şampiyon oldu. Tekme, tokat, katı savunma... O zaman kaleciler topu istedikleri kadar ellerinde tutabiliyorlardı ve kaleci Dino Zoff'a gelen her top, oyunun en az bir dakika durmasına sebep oluyordu. Dediğim gibi, Brezilya o turnuvada şampiyon olamadı ama attıkları goller hâlâ spor programlarında jeneriklerde gösteriliyor işte, biliyorsun. 

-Bilmez miyim baba? O Eder'in İskoçya'ya attığı aşırtma gol, tam bir usta işiydi. Adam ölçtü biçti vurdu vallahi...

-Şampiyon olmaya yetmedi ama... 

-Olsun, ne önemi var? 

-Efendim? Ne dedin? 

Babası bu son soruyu muzip bir ifadeyle sormuştu... Bir cevap veremedi, yutkundu... Babası tekrar sordu: 

-O zaman nedir önemli olan? 

Bilge baba, oğlundan cevap beklemeden devam etti. 

-Şampiyonluk, futboldaki hedeflerden sadece biridir oğlum... Ve ne yazık ki, en kaprisli, en zalim olanıdır. "Beni elde etmek öyle kolay değil" der sana. "Gerekirse şike yapacaksın, teşvik vereceksin, dopinge başvuracaksın, sahada numaradan kendini yere atacak, rakip futbolcuya hakeme göstermeden olmadık haraketler yapacak, onu kırmızı kart görmeye zorlayacaksın... Onu yapacaksın, bunu yapacaksın... Yapmazsan keyfin bilir... Başkaları çoktan gönüllü bunları yapmaya..." Her istediğine boyun eğip bu iğrençlikleri yapsan bile, tam ona kavuştum dediğin anda bir de bakmışsın ki, en azılı düşmanınla bir gece ansızın kaçıvermiş... En başta da dediğim gibi, sen ona hangi yollarla kavuşursan kavuş, sana bütün vereceği o birkaç günlük sarhoş mutluluktan başka bir şey değildir. Sonra yeniden başlar önüne gelene mavi boncuk dağıtmaya, ona buna göz kırpmaya... 

Büyülenmiş gibiydi. Sahi, nasıl düşünmemişti bütün bunları? Her şey, tam da babasının dediği gibi cereyan ediyordu. 

-Pekala, ne yapalım o zaman baba? 

-Oğlum, sen arkadaşlarınla halı saha maçı yaparken, takım halinde oynadığınız futboldan çok zevk aldığınızda, performansınız ne durumda oluyor?

-En üst düzeyde... 

-İşte mesele bu... Sahadaki futbolcu oynadığı oyundan zevk alırsa, taraftar tribünde eğlenirse, bu iki unsur, yani futbolcu ve taraftar birbirini pozitif yönde beslerse bütün problemler çözülecektir. O zaman da şampiyonluk denen o aşüfte sevgili, kendi ayaklarıyla koşa koşa gelecektir senin kollarına... 

Konuşmanın ortalarından beri tutmaya çalıştığı gözyaşlarını azat etmişti artık... Ayağa kalkıp yanına gitti ve sarıldı bu bilge adama… 

- Babacığım, dedi... İyi ki varsın... 

29 Aralık 2004, Bülent Şirin