10 Nisan 2012 Salı

Temcit pilavıdır, afiyet olsun.


Yazıyı kaleme aldığım an itibariyle iki takım da hafta arası programında bulunan maçları henüz oynamamışlardı, o yüzden geçen haftasonuna göre yazacağım kusura bakmazsanız. Real Madrid ile Barcelona futbol takımları arasındaki puan farkı bir ara 10’a kadar çıkmıştı, geçen haftasonu oynanan maçlar sonucunda dörde düştü. Bernabeu’daki El Clasico’yu çok rahat bir şekilde kazanan Barcelona’nın kendi evindeki maçı da kazanacağı ve farkın bir puan olarak görülmesi gerektiği yönünde yaygın bir kabul varsa da biz pek katılmıyoruz. İşin o tarafı hiç belli olmaz. Barcelona’nın oynadığı futbol her ne kadar çağın üzerinde görülüyorsa da karşısındaki de ezeli rakibi Real Madrid’dir, aralarındaki maçlar her zaman matematik hesaplara sığmaz.

Belki Real Madrid geçici bir duraklama ve nefeslenme sürecindedir, bugünden tezi yok yine eski hızında yoluna devam edecektir. Barcelona da tıpkı rakibi gibi tökezleyebilecektir. Hiç belli olmaz. Ancak bizim gözümüzde belli olan bir şey var, o da bu sezon Real Madrid şampiyon olsa bile bunun Barcelona tezini çürütmeye yetmeyeceğidir. İngiltere’de son çeyrek yüzyılın en başarılı takımı ve başındaki teknik adamın kim olduğu herkesin malûmudur. Fakat her sene şampiyon olamamışlar, bununla beraber en başarılı karneyi de onlar hak etmişlerdir. Real taraftarı arkadaşlar kusura bakmasınlar ama gerçek bu.
Çok değil, birkaç sene önce bir spor yazarı yazısına böyle bir girizgâh yapsa hayli yadırganır, 10 sene kadar önce yapsa belki de deli muamelesi görürdü. Kendi ligimiz ve birbirleriyle nefes nefese yarışan kendi takımlarımız varken elin İspanyol’undan bize neydi? O zamanlar İspanyol kimdir, Katalan kimdir diye de bilmezdik tabii, laf aramızda. Fakat günümüzde yukarıdaki gibi başlayan bir yazıyı artık futbol gündemini takip eden kimse garipsemez sanırım. Hâttâ belki Real taraftarı dostlardan tepki bile alır, Barca’lı olmakla itham edilebilirim.

Peki, ortada size göre de bir tuhaflık yok mu? Geçen pazar akşamı Real Madrid-Valencia maçında hâlâ bazı televizyon kanallarında devam eden abuk subuk (sözümona) futbol tartışmalarını izleyenler dışında bütün futbolseverler hop oturup hop kalktı. Maçı anlatan spiker son dakikalarda kaçan çok net bir gol pozisyonunda bağırmaktan az kalsın ses tellerini kaybedecekti. Kendi ligimizde en heyecanlı maçta bile böyle bir ses işitmedim ben.

Lafı uzatmayalım. Son haftalarda ciddi ciddi bizim takımların birkaç yıllığına ülke sınırlarında hapis kalacağı ihtimali konuşuluyor. Bunun muhtemel vahim sonuçlarını bizden çok daha usta ve tecrübeli kalemler yazıp çizdiler, benim tekrar etmeme gerek yok. Ancak belki çok daha vahim bir sonucu, bütün ilginin yurtdışına kayması olacaktır. Tek kanallı TRT’nin haftanın bir akşamı lütfen verdiği 15-20 dakikalık Avrupa’dan Futbol günleri geride kalalı çok olmuştur, olağanüstü gelişmiş iletişim kanallarıyla birlikte Avrupa liglerini takip etmek kendi ligimizi takip etmekten çok daha kolay hale gelmiştir. Aradaki kalite farkını görmek için futboldan ortalama futbolsever kadar bile anlamaya gerek bulunmamaktadır. Eh, bir insanın futbolda aradığı ne varsa fazlasıyla bulduğu bir ortam varken ve o ortam bir kumanda aleti kadar da yakınken, çok da uzak olmayan bir gelecekte bu ülkede taraftar formasyonunun ne yönde ve ne şekilde değişeceğini görmek hiç de zor değildir.

Bu konuya bu kadar önem vermesek ikide bir temcit pilavı gibi önünüze getirip koymayız. Sanırım ilk kez iki sene kadar önce yine bu sütunlarda bu tehlikeye dikkat çekmiştim. Benden önce dile getiren olmuş muydu bilmiyorum ama benden sonra spor yazarı olsun olmasın, birçok usta kalemin köşesinde aynı görüşün savunulduğuna şahit oldum. “Benden kopya çektiler” diye saçmalayacak değilim, aklın yolu birdir ve olup bitenlere biraz geri çekilip bakabilen herkes bu gerçeği rahatlıkla görebilecektir.
Türk futbolunun selameti için bizim görmemiz yetmiyor. Futbolun hâl ve gidişine yön verenlerin de görmesi ve vakit daha fazla geç olmadan tedbir almaları gerekmektedir. Bu düzenden ekmek değil, çikolata parçacıklı pasta kreması yiyen büyük bir kesim var. Eğer gelişini gördüğümüz tehlike vaki olursa, onların saatlerce süren değerli (!) yorumlarını dinleyen de kalmayacaktır, kendilerine kuru bir ekmek parçası veren de... Hâlihazırda zaten bir parça ekmeğe talim edenlerin akıbeti ne olacaktır, düşünmek bile istemiyoruz.

11.04.2012, Taraf



4 Nisan 2012 Çarşamba

Böyle geldi ama böyle gitmeyecek...

Burada kalkıp kaleci Volkan’a atılan bıçağın savunmasını yapacak değiliz. Bunun cinayete teşebbüs olduğuna inananları başka bir düşünceye ya da yumuşamaya ikna etme şansımız yok. Yakın ve uzak geçmişte İstanbul statlarında bir başka bıçakla adam öldürüldüğünü, uluslararası bir maçta tribünlerde ateşli silahla yaralama hadisesinin yaşandığını hatırlatmamın da bir faydası olmayacak. Öyle bir sosyo-psikolojiye sahibiz ki, biri çıkıp “ama onlar sahaya yansımadı” bile diyebilir çünkü. Geçmişte tam kamera hizasında gerçekleşen beş metre ofsaydı hakemin es geçmesini örnek gösterdiğimde “ama gol olmadı ki” cevabını almışlığımız vardır. Bu şekilde bir yere varamadık, varamayacağız. Zaman, enerji, nefes ve mürekkep tüketiyoruz. Bu tüketim çılgınlığını başta dolgun maaşlar olmak üzere türlü şekillerde paraya tahvil edenlerin bir şikâyeti olmayabilir. Ancak böyle giderse değirmenin suyu kesilecek, ortada ne maaş kalacak ne tahvil, ne senet ne de villa...

Böyle giderse”yi açmaya çalışalım: Dünyanın küçüldüğünü biliyoruz, tekrarlamamıza gerek yok. Ülkemizde içinde futbol sektörünün de bulunduğu bir düzen var, bugünlere kadar öyle ya da böyle işledi. Birileri kazandı, birileri kaybetti. Daha sonra başkaları kazandı, diğerleri kaybetti. Bazıları hep kaybetti, bazıları hep kazandı. Kimileri mutlu oldu, kimileri de mutsuz... Bunun büyük bir kurgu olduğunu ortalama çoğunluk ya fark etmedi ya da etmek istemedi. Değiştiremediğimiz gerçeklerden bunaldığımızda tatlı yalanlarla kendimizi kandırmak, sonra da o yalanları gerçek yerine koymak bir başka toplumsal özelliğimiz. Belki de insanın yaradılışında olan bir özellik bu.

Tam da bu özellikten dolayı olacak, Avrupa’nın her yanında, büyük olsun küçük olsun her takımın kendi taraftarı varken sevgili ülkemizde süreç biraz farklı işlemiş ve futbola ilgi duyan herkes sadece başarılı olanların taraftarı olmuş. Bunda dönemin gazetelerinin ve transistorlu radyonun yaygınlaşmasının büyük katkısı olduğunu düşünürüm.

Şimdi de benzer bir süreç yaşanıyor ve Avrupa’nın önde gelen liglerindeki göz kamaştırıcı kalitedeki futbol her hafta evimize misafir oluyor. Türkiye’deki herhangi bir futbolsever için Messi ile kendi takımının bir yıldız futbolcusu arasında hiçbir mesafe farkı bulunmuyor artık. El Clasico karşılaşmaları Türkiye’de oynanan Dünya derbileri(!) kadar raiting alıyor. Hele bizim bir derbi müsabakasıyla El Clasico ya da benzeri bir dev karşılaşma arka arkaya gelince aradaki kalite farkı –af buyurun– kabak gibi ortaya çıkıyor.

Hâl böyleyken, kendi kendimizi kandırdığımız her geçen gün daha net bir şekilde anlaşılırken bu düzen daha ne kadar ayakta kalabilir? Takım tutma yaşına gelen çocuklar Avrupa takımlarının taraftarları olmaya başladılar. Yaşı kemale ermiş olanların da bizim futboldan yana afiyetsizlikleri apaçık ortada. Eğer futbolda tez zamanda dünya ile entegre olmazsak, futbolsever Avrupa’dan bir takım tutacak, hâlihazırda tuttuğu takıma da kendi memleketinin takımı muamelesi yapacak. Nasıl ki örneğin bir Kayserili Galatasaray taraftarı ama Kayserispor’u da memleketinin takımı diye işte öylesine destekliyor, onun gibi. Belki günümüzde Avrupa’lara gidip stattan maç izleme lüksüne çoğumuz sahip değiliz, ancak zamanla o da gerçekleşebilir. Ulaşım ucuzlar, refah düzeyi yükselir, aklına esen vatandaş atlar uçağa, gider Milano ya da Madrid’de maçını izler gelir. Hem gezmiş olur hem kaliteli futbol seyreder. Ne hakemin adaletinden endişe duyar ne de stattaki can güvenliğinden...

Bunca yıldır itişip kakıştığımız yeter. Artık hiçbir şeyi gizleyemiyoruz, gizleyebilmemiz de mümkün değil zaten. İş işten geçmeden aklımızı başımıza toplayalım. Eğer Türk futbolunun göz göre göre ölüme terk edilmesi umurumuzda değilse, hepimiz –ya da çoğunluğumuz– zamanında yaptığımız gibi yakınımızdaki takımı tutacağımız yerde binlerce kilometre uzaktaki bir takımla gülüp ağlamakta bir mahzur görmüyorsak mesele yok. Hayır, “biz böyle iyiyiz, ilişme” deme şansımız da yok. Böyle kalmayacak çünkü hiçbir şey. Baksanıza, elin İspanyol’u Uzak Doğu’dan izlenebilsin diye öğle vaktinde maç oynatmaya başladı. Kimin aklına gelirdi?

Dünya’ya entegre olmaktan kastımın da sadece şiddetin önüne geçilmesi olmadığını azıcık izan sahibi olanlar anlamıştır. Futbolumuzu tehdit eden en büyük tehlike şiddet değil, başka bir şey çünkü. Asıl ondan kurtulmamız, arınmamız gerekiyor. Topyekûn...

04.02.2012, Taraf