27 Haziran 2012 Çarşamba

Pirlo’nun penaltısı...


Pirlo’nun penaltısından yola çıkarak yine İtalya üzerinden iki satır futbol sohbeti yapacaktık ki, Fatih Uraz hocamızın da dünkü yazısını gördük. Neyse ki aynı girizgâhtan sonra çok farklı bir mecraya doğru gitmiş, okuyunca rahatladık.

İtalyan futbol anlayışına husumet derecesinde kırgın olduğumuzu bilen biliyor. Sebebini de defalarca anlattık. Geçmişi hatırlamayan genç arkadaşlar bunu anlamakta zorluk çekiyorlar ve belki de bizim gereksiz takıntılara kapıldığımızı düşünüyorlar. Dünya futboluna en büyük katkıları (!) katenaçyo olmuş bir ülkenin futboluna beslenen aşırı sempatiyi de ben anlayamıyorum, bağışlayın.

Eğer 1982 Dünya Kupası’ndan sonra teknik direktör Enzo Bearzot’un “benim kafamdaki İtalya futbolu bu değil. Çok farklı bir futbol oynayacağız” mealindeki demeciyle ortaya koyduğu hedef gerçek olsaydı böyle deve kini bağlamazdık bize birçok açıdan benzeyen bu ülkeye. Fakat heyhat... İtalya ligi dünyaca ünlü futbolcuların transferiyle hayli renklendi ama milli takımın futbolu hiç değişmedi. Çok güzel maçlar izlediğimiz 2000 Avrupa Şampiyonası’nda basbayağı katenaçyo oynayarak finale kadar çıktılar. 2006 Dünya Kupası’nda da şampiyon oldular. Bize rahat nefes aldıran şeyse, ne kadar ilgi ve dikkatle takip edilir olursa olsun artık uluslararası büyük turnuvaların, takip eden yıllarda futbolun seyrini belirlemede eskisi kadar etkili olmamasıydı.

Hâlen devam eden turnuvada farklı bir futbol anlayışı sergiliyor olmaları bana opera sanatçısı Altan Günbay’ın durumunu hatırlattı. Bir televizyon programında, oynadığı rollerde hep kötü adam rollerine çıktığını söyleyen Günbay’a sunucu “Hiç mi iyi rollere çıkmıyorsunuz” diye sormuş ve şu cevabı almıştı: “İyi rollere çıktığım zaman seyirci oyunun sonuna kadar ben ne zaman bir kötülük yapacağım diye stres içinde bekliyor.” Hülasa, sahada İtalya oynuyorsa her an katenaçyo kâbusunu görebiliriz dostlar, huylu huyundan kolay vazgeçmez.

Amma velâkin... Yiğidi öldürelim ama hakkını verelim. Böyle turnuvalarda kaçacak bir penaltının nelere mal olduğunu, o penaltının yıllarca unutulmadığını hepimiz biliyoruz. 1994 finalinde Baggiogibi bir yıldızın kaçırdığı misali. Ancak Pirlo, maç boyunca sergilediği mükemmel futbolun üzerine enfes bir penaltı vuruşuyla tam anlamıyla cila çekti. Bizce en önemlisi, bu kadar kritik bir anda bir insanoğlunun gazozuna maç yapıyormuşçasına rahat olabileceğini gösterdi. Topa gelişinde, vuruşunda ve sonrasındaki rahatlığı, futbolun bir ölüm kalım savaşı değil eninde sonunda bir oyun olduğunu bütün dünyaya bilgece hatırlattı. En büyük dersi de bize göre kendi ülkesine verdi. Hatırlarsanız geçtiğimiz haftalarda Morinho’nun röportajından aktarmıştık, İtalyanların futbolda en fazla önem verdikleri şeyin kazanmak olduğunu gözlemlediğini.

İtalyanlar için Pirlo’nun penaltısı bir dönüm noktası olur da artık bizim gibiler için de keyif veren bir futbol sergilemeye başlarlar mı dersiniz? Bakalım, hele birkaç operada daha  iyi adamı oynasınlar...

27.09.2012 Taraf

20 Haziran 2012 Çarşamba

Futbolun sürprizleri bitmez...


Geçtiğimiz günlerde sayfa komşumuz ve değerli gazeteci büyüğümüz Sedat Tunalı“İspanya-Almanya finali engellenebilir mi” başlıklı bir yazı kaleme aldı. İlk cümlesi “Keşke engellenebilse, ama maalesef mümkün görünmüyor” olan yazıda Sedat Tunalı, bu finalin gerçekleşmesi halinde ki kendisi bunu kesin görüyor futbolu çekici kılan en önemli faktörün her tür sürprize açık olması hâlinin anlamının kalmayacağını iddia ediyor.

Tunalı futbolda determinizmin geçerli olmadığını, futbolun böyle düz formüllere sığmayacağını elbette biliyor. Kuvvetle muhtemel konu hakkında biraz kafa yorulmasını istemiştir. Yoksa daha birkaç gün önce turnuvanın iyilerinden Rusya ve Polonya elendiler, yerlerine Çek Cumhuriyeti ve Yunanistan bir üst tura çıktı.

Burada biraz duralım. İki iyi gitti, iki kötü kaldı. Bu sürpriz midir? Şüphesiz öyledir. Peki, bu sürpriz gerçekleşti de iyi mi oldu? Her sürpriz iyi midir? Oynadığı futboldan keyif aldığım takım kıyamete kadar şampiyon olsa ben bundan rahatsız olmam. Kötü (ya da çirkin) oynayan takımın bir şekilde başarılı olup, futbol dünyasına örnek teşkil etmesinden hep korkmuşumdur ve ne yazık ki bu şekilde başarılı olmak çok daha kolaydır. Başarıdan kastımız sonuç tabii, yani şampiyonluk vesaire...

İktisatta “kötü para iyi parayı kovar” diye bir kural vardır. Futbolda da çirkin oyun güzel oyunu kovuyor maalesef.
 Çünkü güzellik emek ister, çaba ister, sabır ister, çok şey ister. Kötülükse çok daha kolay yapılır. Dünya futbolu sözkonusu olduğu zaman eskiden Dünya Kupası turnuvalarında oynanan futbolun ilerleyen yıllarda futbolun seyrini etkilediğini dile getiriyoruz. Eğer güzel oynayan kazanmışsa o kadar etkili olmuyor ama çirkin oyun kazanmışsa derhal örnek teşkil ediyor, futbol çekilmez hâle geliyor. Güzel oynayanın tarzı futbolcuların kalitesine ve uyumuna veriliyor, çoğunlukla da bunun tesadüf eseri olduğu kabul ve iddia ediliyor. Güzelliğin ardındaki çabalar görmezden geliniyor. Hâlbuki 1970 Dünya Kupası’nı muhteşem bir futbolla kazanan Brezilya takımını kahveden toplayıp getirmediler. Bir belgeselde çalışmalarını izlemiştim de izlerken yorulmuştum.

Şimdi Allah için kimse İspanya ve Almanya’nın çekilmez ve izlenmez bir futbol oynadığını iddia edemez. Peki, 2004 Avrupa Kupası’ndaki Yunanistan’ın futbolu? Sahi, o da bir sürprizdi, değil mi?

Sevgili Sedat Tunalı’nın son bölümde ifade ettiği gibi İspanya-Almanya finali gerçekleşirse futbol için tehlike çanları çalmayacak. Çirkin futbol oynayan iki takım da final oynarsa yine çalmayacak o çanlar, sadece futboldan keyif almak ve heyecan duymak isteyenlerin afiyetleri kaçacak. O futbolseverler sonraki günlerde teknolojinin nimetlerinden istifade ederek dünyanın dört bir tarafında oynanan sayısız maçlardan en fazla keyif ve heyecan vereni seçip izleyecekler. Futbol da sürprizlerini sergilemekten asla vazgeçmeyecek, tatlı ya da tatsız...

20.06.2012, Taraf

16 Haziran 2012 Cumartesi

Şampiyonluk Dediğin…



- İyi günler. Yarın saat iki otobüsünde Trabzon'a bilet.... 

- Yok! 

Afallamıştı. Bu diyaloğu son birkaç dakika içinde defalarca yaşamıştı çünkü... Adamın ses tonu ve konuşma tarzından anlaşıldığına göre, o da bu sorudan bıkmıştı. 

"Bir de Panteroğlu'nu arayayım" dedi kendi kendine... "Rahmetli Dedem hep onunla gider gelirdi... Hey gidi...

Farkeden bir şey olmamış, aynı diyalog bir kez daha tekrarlanmıştı. Müthiş canı sıkılmıştı, çünkü bir miras meselesinden dolayı yarın mutlaka Trabzon'a gitmesi gerekiyordu. İş yerinde izin problemi yaşamamak için de bu seyahati hafta sonuna denk getirmeyi uygun görmüştü. 

Anlaşılır gibi değildi. Neler oluyordu? Fındık ya da çay zamanı değildi. Bayram seyran hiç değildi. Okullar da tatil olmamıştı. Neyin nesiydi o zaman bu aşırı yoğunluk? 

Son telefondan da aynı cevabı alınca can sıkıntısı daha da artmış, "Acaba bir de hava yollarını mı arasam?" diye mırıldanmış ama henüz telefonu kapatmadığı için karşıdan gelen "abi, uçaklarda hiç yer yok, boşuna arama" sesiyle irkilmişti. 

-Yahu kardeşim ne var Trabzon'da Allah'ını seversen! diye feryat etti bizimki. Halet-i ruhiyesinin bozukluğu nedeniyle ses tonu bir hayli yüksek kaçmıştı ama karşıdaki böyle şeylere alışıktı anlaşılan. Kısa bir sessizlikten sonra: 

- Abi bu hafta sonu Trabzonspor'un derbi maçı var ya... Ondan bu kalabalık. 

- Ne olmuş derbi maçı varsa?

- Öyle deme abi. Sen epey zamandır Trabzon'a gitmiyorsun herhalde. Son birkaç yıldır garip şeyler oluyor. Trabzonspor'un önemli maçları öncesinde otobüs yetiştiremiyoruz. Üstelik, bu sadece önemli maçlarda böyle olmuyor. Sıradan maçlar öncesinde bile buradaki yoğunluk hissedilir derecede artıyor. Öyle zamanlarda ek seferlerle idare ediyoruz ama böyle günlerde ek sefer filan para etmiyor. 

Teşekkür edip telefonu kapattı ve düşünmeye başladı. Sahi, bu hafta sonu Trabzonspor’un kendi sahasında şampiyonluk yolunda ciddi rakiplerinden biriyle önemli bir maçı vardı ama kafası miras meselesiyle meşgul olduğu için unutmuş gitmişti işte… Zaten Trabzonluydu ama Trabzonspor’u tutmuyordu. Küçük yaşlarda ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşmiş, orada büyümüştü. Çok sevdiği, saydığı bir ağabeyinin telkinlerinin de etkisiyle İstanbul kulüplerinden birine gönlünü kaptırmış, Trabzonlu olmak ile Trabzonspor’u tutmak arasındaki ilişkinin önemini idrak ettiği zaman da artık iş işten geçmişti. 

Trabzonlu olmaktan elbette gurur duyuyor, bunu her türlü ortamda da dile getirmekten çekinmiyordu. Trabzonspor konusu da aslında ara sıra canını sıkmıyor değildi. Hatta Trabzonlu olmayıp da Trabzonsporlu olanları gördükçe yüreği daralıyor, ruhunu hafakanlar basıyordu. O zamanlarda “Canım ne alakası var şimdi? O ayrı bu ayrı” deyip çıkıyordu işin içinden ama bir türlü tam olarak rahat olamıyordu. Bu problematik durumla birlikte yaşamaya alışmıştı iyi kötü. Hayatta her problem çözülecek diye bir şart yoktu ya…

Evet, Trabzonspor’un bu hafta sonu önemli bir maçı vardı. Vardı ama, daha sezonun ortasıydı. Bu şampiyonluk düğümünün çözüleceği bir maç değildi. O halde Trabzon’a bu akın neyin nesiydi? İşte tam bu anda, Trabzonspor taraftarında son birkaç yılda bazı büyük değişiklikler meydana geldiğini hatırladı. Artık Trabzonspor kendi sahasındaki hiçbir maçı boş tribünlere oynamıyor, takım galip gelsin gelmesin seyircinin desteği hiç eksilmiyor; eksilmediği gibi istenmeyen bir sonuç alındığında futbolcular daha bir bağırlara basılıyor, maçtan sonra tribünlere çağırılıp alkışlanıyor, teselli edici tezahüratlar yapılıyordu. Hatta bu da yetmezmiş gibi, sonraki günlerde antrenmanlarda moral ziyaretleri yapılıyor, baklavalar ikram ediliyordu. Futbolcular da her fırsatta Trabzonspor’da oynamanın büyük bir zevk olduğunu, bu taraftara layık olabilmek için ellerinden geleni yaptıklarını söylüyorlardı. Nitekim, Trabzonspor iki yıl önce şampiyonluğu son maçta son dakikada bir penaltının gole çevrilememesi sonucu kaybettiği zaman, akıllara durgunluk veren olaylar olmuş, maç biter bitmez tribünlerden bir alkış tufanı kopmuş, sahaya inen seyirciler penaltıyı kaçıran futbolcuyu omuzlarında taşımışlardı. 

Gazetelerine “Trabzonspor tamamdır, buraya kadar… Artık dağılma süreci başlamıştır…” gibi yazılar göndermeye hazırlanan İstanbul medyası yazarları, bu manzara karşısında ne yapacaklarını bilememiş, abuk subuk şeyler yazmışlardı. Sonraki günlerde camiada öyle aman aman bir moral bozukluğu gözlenmemiş, hiçbir as oyuncu kulüpten gitmek istememiş, tam aksine bu futbolcularla yapılan transfer görüşmeleri en fazla bir iki saatte sonuçlanmış, üstüne üstlük dış transferde de hiç zorluk çekilmeden istenen her oyuncu takıma kazandırılmıştı. Geçen yıl da, geçmişte bir sefer başa gelen dağılma süreci bu kez gerçekleşmemiş, Trabzonspor kadrosunu koruduğu gibi, takviye transferler de yapmış ve sezon sonunda şampiyonluk ipini göğüslemişti.Öyle ya, her maçın bir festival havasında geçtiği bir ortamda kim futbol oynamak istemezdi? Bu öyle bir ortamdı ki, Trabzonsporlu futbolcular için büyük bir itici güç olduğu gibi, rakip futbolcuların üzerine bir felaket gölgesi gibi çöküyordu. Hayır, hayır, sahaya taş, şişe, bıçak yağdığı yoktu. Hatta uzun süredir Trabzonspor tribünlerinde küfürlü tezahürat da duyulmaz olmuştu. Fakat, tribündeki seyirciler, Türkiye’nin başka stadlarında hiç de alışık olunmayan tezahürat şekilleri sergiliyorlar, kendi takımlarını olağanüstü motive ederken, rakip takım futbolcularının konsantrasyon ve ritmlerini son derece olumsuz etkiliyorlar, hakem de bu sürrealist ortamdan ister istemez etkileniyor ve kolay kolay Trabzonspor aleyhine düdük çalmıyor, çalamıyordu. 

Aslında taraftarın yaptıklarının çoğu bilinmeyen şeyler değil, Avrupa stadlarında eskiden beri görülen organizasyonlardı. Örneğin, rakip takım aut atışı kullanırken, hep bir ağızdan bir kelimeyi uzatarak bağırıyorlardı… Maç devam ederken, birden bütün stadı ölüm sessizliği kaplıyor, hakemin tartışmalı bir kararında ise bütün taraftarların birden ayağa kalkıp protestoya başlamasıyla bu ölüm sessizliği kulakları sağır eden bir gök gürültüsüne dönüşüyor, rakip futbolcular ve hakemin yüzlerindeki panik hali kameralara bile yansıyordu. Adamlarda konsantrasyondan, ritmden eser kalmıyordu haliyle… Trabzon deplasmanı en zor deplasmandı artık, antik çağda olduğu gibi… 

Saha dışında da değişmişti Trabzonspor taraftarı. Trabzon’a deplasmana gelen rakip kulüp taraftarları, son derece sıcak bir ilgiyle, çiçek ve alkışlarla karşılanıyor, etki-tepki kuralından dolayı olacak, karşı taraf da buna döner bıçaklarıyla, taşla, sopayla karşılık veremiyordu. Hatta bir iki sefer böyle bir şeye yeltenecek olmuşlardı da, karşılık görmeyince bütün Türkiye’ye rezil olmuşlar, hatta İstanbul medyası bile bu durumu görmezden gelememiş ve kınamak zorunda kalmıştı. İlk bir iki gün medya buna duyarsız gibi kalınca anormal şeyler olmuş, bütün gazete ve televizyonların iletişim kanalları kilitlenmiş, özellikle yayıncı kuruluşun telefonlarına binlerce üyelik iptali başvurusu yapılmış ve sonunda bütün medya kuruluşları tavır değiştirerek yapılan “vahşi ve ilkel saldırıyı” kınayan bir sürü program ve yazı yayınlamışlardı. 

Öte yandan, Trabzonspor medyada eskisinden çok daha fazla yer alıyordu. Başkan ve yöneticiler, sık sık televizyon programlarına çıkıyor, uzun uzun konuşuyorlar, yaptıklarını ve yapacaklarını rahat rahat anlatabiliyorlardı. Trabzonsporlu futbolculara eskisi gibi transfer teklifi yapılıyordu yapılmasına ama hem Trabzonspor artık eskisi gibi maddi problemlerle boğuşmayıp futbolcularına daha iyi paralar verebiliyordu, hem de futbolcular yukarıda tasvir edilmeye çalışılan ortamı bırakıp gitmek istemiyorlardı. Başka kulüplerde en ufak bir tökezlemede dünyanın başlarına yıkılacağını biliyorlardı elbet. 

Yayıncı kuruluş, Trabzonspor’un maçlarını yayınlamakta eskisi gibi nazlanmıyor, maç içerisinde meydana gelen hakem hataları ayrıntılı bir biçimde inceleniyor, eğer hakemin kararı Trabzonspor aleyhine olmuş ve yorumcular tarafından haklı bir karar olarak görülmüşse bile, bu durum “Trabzonsporlu taraftarlar lûtfen kusura bakmasınlar ama…” gibi özür diler cümlelerle açıklanıyordu. 

Trabzonspor’un iki yıl önceki kongresi de son birkaç kongre gibi muhteşem bir organizasyona sahne olmuştu. Onbinlerce insan oy kullanmak için Trabzon’a akmış, şehirde birkaç gün karnaval havası esmiş, iki aday listeleriyle dostça yarışmış ve sonuçta bir tanesi kazanmıştı. Kazananı ilk tebrik eden rakibi olmuş, sıcağı sıcağına yaptığı konuşmada, “Artık başkanımız odur. Bize düşen, Trabzonsporumuz’un menfaatleri için kendisine destek olmaktır” demişti. 

Bu büyük değişim elbette dikkatleri çekmiş, sosyolog ve gazeteciler tarafından incelenmeye başlanmış ama bir türlü nasıl gerçekleştiği, ne zaman ve nerede başladığı anlaşılamamıştı. Medyada kaç kez yönetici, futbolcu ve taraftarlara tuzak sorular vasıtasıyla bu gelişmenin nasıl gerçekleştiği sorulmuş ama hiçbir seferinde doğru dürüst bir cevap alınamamıştı. Görünüşte hiç kimse bilmiyordu bunun sebeb-i hikmetini… Veyahut biliyorlar da söylemiyorlardı. Gerçi Trabzonspor camiası’nda böyle sebepsiz gibi görünen garip olaylar dizisi olmamış değildi geçmişte… Bütün bir Türk futbol kamuoyu, vakt-i zamanında ufacık bir Anadolu şehrinin mütevazi kulübünün ardı ardına şampiyonluklar elde etmesini, kupalara ambargo koymasını, İstanbul’un üç “büyük” kulübünü dize getirmesini de uzun süre anlamakta zorluk çekmişti. Öyle ya, onların zihniyetine göre bu işler sadece maddi güçle, yani “para” ile oluyordu. “Bunlar”da para olmadığına göre, nasıl gerçekleşmişti bunca olup biten şey? 

Sayın yolcularımız, otobüsümüz yarım saat yemek ve ihtiyaç molası vermiştir…” 

Bu ses de neydi? Ne otobüsü? Ne molası? Burası da neresiydi? Rüya mıydı o olup bitenler? 
Kısa süre sonra kendine geldi. Evet, otobüsle Trabzon’a gidiyordu ve yorgunluktan dalıp gitmiş, rüya görmüştü. Fakat ne biçim rüyaydı o öyle? Muhteşem bir Trabzonspor portresi ve fakat kendisi bir İstanbul kulübü taraftarı! İstanbul kulübü taraftarı olacağına, ölürdü daha iyiydi! Nereden zihnine yer etmiş de rüyalarına kadar girmişti? Trabzon’a da rüyasında gördüğü gibi miras meselesi yüzünden değil, önemli bir maç için gidiyordu. Hem de çok önemli bir maç… Acı dolu yıllardan sonra, kendine bile söylemeye çekinir olmuştu ama bu bir şampiyonluk maçıydı işte… Eğer kazanırsa Trabzonspor bu sene şampiyon olacaktı. Gerçi henüz Trabzonspor camiası o rüyasında gördüğü kıvama gelmemişti, “şampiyonluk hâlâ herşey demek”ti. Bu sene de şampiyonluk elden kaçarsa…

Öfff… Düşünmek bile istemiyordu böyle bir ihtimali… Trabzonspor’un böyle kritik maçları her seferinde kaybettiğini söyler dururdu babası… Ta 2. Lig’deyken bir PTT maçı oynanmış, bir beraberlik bile yetiyormuş ama yenilmiş ve o sene 1. Lig’e çıkamamış Trabzonspor… 

O arka arkaya şampiyonlukların geldiği dönemden çok sonraki yıllarda, uzun süre sonra yeniden şampiyonluğa çok yaklaşılmış, yine beraberlik halinde şampiyon olunacakken, kendi sahasında F.Bahçe'ye 2-1 mağlup olarak rakibine şampiyonluğu kaptırmıştı. İşte bu maç, tam bir kırılma noktası olmuş, sonraki yıllarda camia kelimenin tam anlamıyla bunalıma girmiş, fakat 4 yıl sonra yine anlaşılmaz bir şeyler olmuş, ilk zamanlarında “büyük başkan” sıfatı taşıyan ama son yıllarda kulübü uçuruma sürükleyen bir şahıs delege iradesiyle devrilmişti. Daha sonraki yıllarda ise… 

Panteroğlu Seyahat’in sayın yolcuları…” sesi, onu daldığı geçmişte yaptığı düşünce turundan ayırmıştı… Mola süresi bitmiş, otobüs yeniden yola koyulmaya hazırlanıyordu. Böyle gerilimi yüksek zamanlarda sıkça başına gelirdi bu. Kah rüya görür, kah hülyalara dalardı. Acaba bütün Trabzonspor taraftarları böyle miydi? Öyleyse, acaba ondan mı geçmiş ayağına dolanıp duruyordu bu camianın? Başka kulüplerin de başına böyle şeyler gelmiyor değildi. Fakat onlar böyle yıkılmıyorlardı… 

Hah! İşte Samsun’a yaklaşmışlar, Karadeniz’in o efsunlu mavisini görmüşlerdi… Bu ne güzel bir duyguydu Yarabbi! Anadolu Bozkırı’ndan Samsun’a indiğinde, bu eşsiz manzarayı görüp de kendinden geçmek… Sırf bunun için, evet sırf bu duyguyu yaşamak için memlekete giderken hep karayolunu tercih ediyordu. 

Sonraki saatler, tam bir duygu karmaşasıyla geçti… Trabzon’a yaklaştıkça heyecandan ne yapacağını bilemiyor, uyumaya çalışıyor ama şoförün ilk fren darbesiyle yerinden zıplıyor ve içinden “Öfff… Daha gelmedik mi?” diye söyleniyor, bazen uyumaya çalışmakla Karadeniz’i ihmal ettiğini düşünüp suçluluk duygusuna kapılıyor, bir süre deniz tarafına baktıktan sonra yeniden hesap yapmaya başlıyordu, “Ortalama şu kadar hızla gidiyoruz, o halde…” 

Nihayet Trabzon’una kavuştu… Kendini bir an önce Avni Aker’e atmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Arkadaşları onu orada bekleyeceklerdi. Kısa bir telefon trafiğinden sonra arkadaşlarıyla buluşup stada girdiler. Eskisi gibi zor olmuyordu artık maçlara girmek, şampiyonluk maçı bile olsa… Kendilerine ayrılmış yerlere oturdular. Stad neredeyse tamamen dolmuştu ve öyle görünüyordu ki, maç başlayana kadar boş yer kalmayacaktı. Bu işler öyle mazideki gibi olmuyor, herkes biletini önceden alıyor, maç başlamadan kısa süre önce bile gelse kendi yerine oturabiliyordu. O kargaşa yılları geride kalmıştı. Fakat, bu sessizlik de neyin nesiydi? Trabzonspor seyircisi, son yıllarda bir hayli mesafe katetmişti ama o rüyasında gördüğü kadar değildi tabii. “İster misin şimdi bu seyirci maç başlar başlamaz birden ortalığı yıkmaya başlasın? Yok canım, nerede?”dedi kendi kendine… 

İşin en zor kısmı, yani stada girdikten sonra maç saatini bekleme aktivitesi de hayırlısıyla sona ermiş, takımlar sahaya çıkmış ve son hazırlıklarını yapıyorlardı. Seyircide gene fazla bir hareketlenme göze çarpmıyordu. Allah Allah… Şampiyonluk maçıydı bu yahu! Bu kadar heyecansızlık olur muydu? Belki de inanamıyorlardı şampiyonluğa… Bu bir rüya zannediyorlardı… Aman canım, abartmanın da lüzumu yoktu… İşte sahada kanlı canlı bir maç başlamak üzereydi. Başladı…

O da ne? Aman Allahım!.. Şiddetli bir depremin dipten yavaş yavaş yükselen o tüyler ürpertici uğultusu gibi bir gürültü, gelmiş Avni Aker’in üstüne karabasan gibi çökmüştü. Kulakları sağır eden bir tezahürat vardı tribünlerde… Şaşırmıştı bizimki… Trabzonspor’un gerek bu stadda, gerekse deplasmanlarda pek çok maçına gitmişti ama ilk kez böyle bir şeye şahit oluyordu… Şaşkınlığı fazla sürmedi, o da katıldı bu gerçeküstü senfoniye… Onun şaşkınlığı fazla sürmemişti ama rakip takım bu şoku o kadar kolay atlatamamış, uzun süre bocalamıştı. Ne olduğunu anlayana kadar 3-4 tane gol pozisyonu görmüşlerdi kalelerinde… Fakat gol gelmemiş, direkler ve kalecinin parmak uçları galibiyet sayısına engel olmuşlardı. Bu süreç bir süre sonra duruldu. Ne oluyordu? Zihninde flaşlar arka arkaya patlamaya başladı: PTT maçı… 96 Mayısı… Hami’nin frikikleri… Rüştü’nün devleşmesi… Sarılı bir kafa… Aykut Kocaman… Metin Tokat… Ali Şen… O meşum sis… Bordo-mavili bir tabut... 

Hayır, buna izin vermeyecekti… Bir sağına baktı, bir de soluna… Bir de dönüp arkaya doğru… Hipnotize olmuş gibi duran binlerce kafa… Kırpılmadan sahaya bakan binlerce çift göz… Avazı çıktığı kadar haykırdı: 

-Bağırsanıza ulan!!! 

Haykırmaz olaydı… Sanki onu bekliyorlardı. O maçın başındaki gürültü çok daha büyük bir şiddetle gelmiş, yer gök inlemeye başlamıştı. Sahadaki takım da seyirciyle birlikte gayrete gelmesin mi? Yeniden ardı ardına gol pozisyonları başladı. Yok, olmuyordu… Devleşen kaleci, direkler, çizgiden çıkarılan toplar… Fakat olacaktı bu sefer, olmalıydı… Maçın sonları yaklaştı ama inancı bitmemişti. Hissediyordu, bu maçı ve şampiyonluğu kazanacaktı Trabzonspor... Artık uzatma dakikaları yaklaşmış ve Trabzonspor korner atışı kazanmıştı… Korner kullanıldı… İki takımın futbolcuları birlikte kafaya çıktılar… Seken top boşta kaldı… Ve yetişen bir Trabzonsporlu futbolcu bütün gücüyle topa asıldı… …………………

Kendini birkaç sıra aşağıda bulmuştu… Ortalık ana baba günüydü… Topu ağlarda gördüğü anı hayal meyal hatırlıyordu, o kadar… Olanca gücüyle bağırıyor ama sanki sesi çıkmıyordu… Fakat bütün stad bağırıyor, gürültü arşu âlâya yükseliyordu da, kendi sesi neden çıkmıyordu? O kargaşada bir an ayağı kayıp yere düşmüştü. Kalkmaya çalışırken, yanında sevinçten çılgına dönmüş bir arkadaşının kendisine “Kalk oğlum kalk, okula gideceksin” dediğini duymuştu… Anlamamıştı, ne okuluydu bu? Okul İstanbul’da değil miydi? Tekrar bir ses duydu.: “Oğlum kalk, geç kalıyorsun” Bu ses… Bu ses… Annesinin sesiydi… 

Hadi oğlum…

Hayır, olamazdı… Bu da mı rüyaydı? Rüya içinde rüya mı görmüştü? Böyle oluyor muydu? 

-Haksızlık bu be!!! 

Kadıncağızın yüreğine iniyordu az kalsın… 

-Ne haksızlığı oğlum? Ne gördün rüyanda? Ne gördün de bu kadar etkisinde kaldın? 

-Tamam anneciğim, özür dilerim. Ne kadar da gerçekçiydi, Allahım… Bir şey yok anneciğim, kusuruma bakma… Sen kahvaltıyı hazırla, ben geliyorum…

Doğrulup yatakta bir süre oturdu… Rüya içinde rüya? Bu ilk kez başına geliyordu… Başına gelen arkadaşları vardı ama onlarla hep dalga geçmişti… Kalkıp elini yüzünü yıkadı. Aynaya baktı, baktı… Kahvaltısını yapıp okula gitti… 

Bütün gün düşündü rüyasında gördüklerini… Daha önce hiç böyle olmamış, hiçbir rüyanın etkisinde bu kadar kalmamıştı. Kendine bile itiraf edemediği bir şey vardı, bunun rüya mı, gerçek mi olduğuna dair zihninde şüpheler uyanıyordu arada bir... Aklını mı kaçırıyordu yoksa? 

"En iyisi akşam babamla konuşayım" diye karar verdi. Babası su katılmamış bir Trabzonsporlu, futboldan anlayan, gerçek bir Trabzon beyefendisiydi. Güç bela akşamı bekledi ve akşam yemeğinden sonra babasına dün gece gördüğü rüyayı anlattı. Adam birkaç saniye kadar gülümsedikten sonra: 

- Oğlum, dedi. Sen şampiyonluğu yaşamışsın. 

- Nasıl yani? Rüya değil miydi gördüğüm? 

- Rüyaydı. 

- Eeee? 

Baba koltuğuna iyice yerleştikten sonra, Dede Korkut edasıyla ağır ağır anlatmaya başladı: 

- Bak evlat, şampiyonluk dediğin şey, gerçeğin rüyaya en yakın olduğu duygulardan biridir. Sen bunu tersinden yaşamışsın, yani rüyanın gerçeğe en yakın olduğu duyguyu... O sevinç çok kısa sürer, çok çok da birkaç gün... Sonraki zamanlarda bu duygu yoğunluğu insana bir rüya gibi gelir. Bir sene şampiyon olan bir takımın taraftarları, sonraki sezon takım kötü sonuçlar alırsa, "Olsun, ne önemi var? Geçen sene şampiyon olduk ya, gerisi vız gelir" diyorlar mı? O birkaç günlük mutluluk, o coşku seli hatırlanıyor mu? 

Kafası karışmıştı gene... Öyle ya... Kendisi Trabzonsporlu olarak şampiyonluk duygusunu hiç yaşamamıştı ama öteki takımları tutan arkadaşlarından biliyordu, tıpkı babasının dediği gibi oluyor, birkaç günlük çılgınca bir sevinçten sonra, transfer mevsimi, yaz tatili filan derken hayat kısa sürede normal akışına dönüyordu. Ve bir sonraki sezon her şey sil baştan... Bir sezon şampiyon olan bir takım, gelecek sezona birkaç puan avansla da başlamıyordu... Hele bir de geçen sezondaki performansından uzak kalmaya görsün... Ne şampiyonluk kalıyordu, ne de başka bir şey... 

-Pekiyi ne olacak o zaman, şampiyonluk istemeyelim mi baba? Kötü bir şey mi şampiyonluk? 

-Olur mu oğlum? Diye güldü babası. Elbette güzel bir şey... Fakat tek güzel şey şampiyonluk değil... Hele en önemli şey hiç değil... 

-E nedir en önemli şey?

-Bak oğlum. 1982 Dünya Kupası'nda bir Brezilya takımı vardı. Öyle bir futbol oynardı ki, o günleri görenlerin hala damağındadır o futbolun tadı... Zico, Socrates, Eder, Falcao, Leandro... Ne goller, ne paslardı onlar... Fakat o takım o turnuvada şampiyon olamadı. Hatta çeyrek finalde elendiler.

-İtalya şampiyon olmuş, değil mi?

-Evet, İtalya şampiyon oldu. Tekme, tokat, katı savunma... O zaman kaleciler topu istedikleri kadar ellerinde tutabiliyorlardı ve kaleci Dino Zoff'a gelen her top, oyunun en az bir dakika durmasına sebep oluyordu. Dediğim gibi, Brezilya o turnuvada şampiyon olamadı ama attıkları goller hâlâ spor programlarında jeneriklerde gösteriliyor işte, biliyorsun. 

-Bilmez miyim baba? O Eder'in İskoçya'ya attığı aşırtma gol, tam bir usta işiydi. Adam ölçtü biçti vurdu vallahi...

-Şampiyon olmaya yetmedi ama... 

-Olsun, ne önemi var? 

-Efendim? Ne dedin? 

Babası bu son soruyu muzip bir ifadeyle sormuştu... Bir cevap veremedi, yutkundu... Babası tekrar sordu: 

-O zaman nedir önemli olan? 

Bilge baba, oğlundan cevap beklemeden devam etti. 

-Şampiyonluk, futboldaki hedeflerden sadece biridir oğlum... Ve ne yazık ki, en kaprisli, en zalim olanıdır. "Beni elde etmek öyle kolay değil" der sana. "Gerekirse şike yapacaksın, teşvik vereceksin, dopinge başvuracaksın, sahada numaradan kendini yere atacak, rakip futbolcuya hakeme göstermeden olmadık haraketler yapacak, onu kırmızı kart görmeye zorlayacaksın... Onu yapacaksın, bunu yapacaksın... Yapmazsan keyfin bilir... Başkaları çoktan gönüllü bunları yapmaya..." Her istediğine boyun eğip bu iğrençlikleri yapsan bile, tam ona kavuştum dediğin anda bir de bakmışsın ki, en azılı düşmanınla bir gece ansızın kaçıvermiş... En başta da dediğim gibi, sen ona hangi yollarla kavuşursan kavuş, sana bütün vereceği o birkaç günlük sarhoş mutluluktan başka bir şey değildir. Sonra yeniden başlar önüne gelene mavi boncuk dağıtmaya, ona buna göz kırpmaya... 

Büyülenmiş gibiydi. Sahi, nasıl düşünmemişti bütün bunları? Her şey, tam da babasının dediği gibi cereyan ediyordu. 

-Pekala, ne yapalım o zaman baba? 

-Oğlum, sen arkadaşlarınla halı saha maçı yaparken, takım halinde oynadığınız futboldan çok zevk aldığınızda, performansınız ne durumda oluyor?

-En üst düzeyde... 

-İşte mesele bu... Sahadaki futbolcu oynadığı oyundan zevk alırsa, taraftar tribünde eğlenirse, bu iki unsur, yani futbolcu ve taraftar birbirini pozitif yönde beslerse bütün problemler çözülecektir. O zaman da şampiyonluk denen o aşüfte sevgili, kendi ayaklarıyla koşa koşa gelecektir senin kollarına... 

Konuşmanın ortalarından beri tutmaya çalıştığı gözyaşlarını azat etmişti artık... Ayağa kalkıp yanına gitti ve sarıldı bu bilge adama… 

- Babacığım, dedi... İyi ki varsın... 

29 Aralık 2004, Bülent Şirin

13 Haziran 2012 Çarşamba

Futbolda İtalya etkisi...


1982 Dünya Kupası’nda İtalya’nın şampiyon olması futbolda tam bir kırılma etkisi yapmıştı. Favori Brezilya’ydı ve birçok otoriteye göre Brezilya tarihinin en iyi kadrosuna sahipti. Oynadıkları futbol da gerçekten göz kamaştırıyordu. İtalya ise birçok problemle boğuşuyordu. Bazı yıldız futbolcuları şikeden suçlu bulunmuş ve ceza almışlardı. Turnuvanın ilk maçlarında sergiledikleri oyun da içler acısıydı, yanlış hatırlamıyorsam rakip kalecinin hatalı yediği bir golle son anda bir üst tura çıkmışlardı.

İtalya üst turlarda fena halde açıldı ve Arjantin, Brezilya, Almanya demeden önüne geleni yenerek şampiyon oldu. Bu üç babayiğidi arka arkaya yere sermek ilk bakışta müthiş bir şey tabii. Ancak kazın ayağı pek de öyle değildi. Bu şampiyonlukta en önemli rolleri Gentile’nin hakemlerin hoş gördükleri tekmeleriyle kaleci Zoff’un top kendine her geldiğinde oyundan en az bir dakika çalması paylaşıyordu. Gençler hatırlamayabilir; o zamanlar henüz kaleciye pas yasağı yoktu ve kaleciler topu istedikleri gibi kullanabiliyorlardı. Yere bırakıp bir daha alırlar, sonra yine bırakıp bir süre yalandan yere sağa sola sürerler, maçın skoruna göre eşref saatleri gelince topu oyuna sokarlardı. Zaten kaleciye pas yasağı kuralı ilk olarak o turnuvadan sonra konuldu.

O zamanlar iletişim imkânları bugünkü kadar gelişmiş olmadığı için Dünya Kupası finallerinde oynanan oyun ve alınan sonuç, takip eden yıllarda futbolun seyrini derinden etkileyebiliyordu. Çünkü futbol dünyası ancak o turnuvalarda dünyada oynanan futbol hakkında genel bir kanaate sahip olabiliyorlar ve ister istemez de etkileniyorlardı. Şimdi teknoloji sayesinde isteyen dünyanın öbür ucundaki maçı izleyebiliyor, keyif almazsa başka maça geçiyor. Futbol da dört yılda bir kırılmalara uğramaktan ziyade sürekli bir değişim moduna girmiş durumda.

İtalya’nın 82’deki şampiyonluğu futbolu bir alacakaranlık kuşağına soktu ve oradan güçlükle çıkarılabildi. Gelgelelim, aynı İtalya 24 yıl sonra 2006’da çok benzer bir futbolla şampiyon oldu ama bu futbolun seyrinde olumsuz bir değişikliğe yol açmadı. Dünya Kupası turnuvaları artık tek belirleyici değildi. Şükürler olsun ki öyleydi. Yoksa 2006’dan sonra yıllarca hastanın komadan çıkmasını bekleyecektik.

Bu yazıyı bize yazdıran, İtalya’nın her durumda kazanmasını bilen yapısına hayranlık duyan bir kardeşimizin beyan ettiği görüşleriydi. Yukarıda sözünü ettiğimiz alacakaranlık kuşağını yaşamadığı için olsa gerek, İtalya’nın birkaç gün önce İspanya karşısında bütün olumsuzluklara rağmen yeni taktik varyasyonlar üreterek beraberliği kurtarmış olmasına seviniyordu. Tabii “her durumda kazanmasını bilen” meselenin iyimser yorumuydu, bu zihniyet beraberinde saha içinde yapılacak birçok çirkefliği de beraberinde getiriyor, sonunda Zidane kalitesinde bir futbolcuya rakibine kafa attırıyordu.

İtalya bu turnuvada da başka organizasyonlarda da istediği gibi oynayabilir. Nasılsa futbolun en önemli gıdası olan kitlelerin ilgisini soğutacak gelişmelere izin verilmeyecektir.

13.06.2012 Taraf

6 Haziran 2012 Çarşamba

Kehanet değil akıl yürütme


Birkaç gün önce Fenerbahçe taraftarı genç bir arkadaşın da bulunduğu bir cemiyette sohbet ediyoruz. Umumi manzara, malûm sürecin herkesi artık iyice yorduğu ve bezdirdiği şeklinde. Konuyla ilgili her şeyin söylenip yazılıp tüketildiği bir zaman ve zeminde artık ne yazıp söyleyeceğinizi de şaşırıyorsunuz. Futbolun içinde farklı bir konuya değinmeye kalksanız, soruşturma süreci bağımlısı olmuş beyinler oralı bile olmuyor. Öyle bir yazım yayımlandığında etrafımda bulunan zombi kılıklı insanların boş gözlerle bana baktıkları bir ortamda konuşuyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum. Süreçle ilgili yazıp çizsek, zaten gizli saklı bir şey kalmadı dediğimiz gibi. Duyum derseniz herkes alıyor, yorum derseniz herkes yoruyor. Biz de yoruluyoruz.

Bu sürecin ülkeyi ne kadar yorduğu ve hırpaladığı sanırım ileride daha iyi anlaşılacaktır. Anlaşılacaktır demeyelim, o zaman nasılsa kronik hipertansiyonumuzu temin edecek bir başka şeyle uğraşıyor olacağız. O yüzden sonuçları ortaya çıkacak diyelim. İşi gücü, dersi kursu bırakıp da süreci takip edenlerin zaman ve kariyer kayıpları, kiminin ciddi sağlık sorunları olacak...

Hâlbuki süreçte kendini mağdur olmuş hisseden fanilerin, farklı şeyler yapması gerekiyordu. Bir yazar arkadaşımız televizyon programında kendi takım taraftarlarına açıkça dile getirdi bunu. “Bu işlere fazla zaman ve enerji ayırmayın. Gidin sınavlarınızda başarılı olun, kariyer yapın ve ileride takımınıza daha fazla fayda sağlayacak vatandaşlar olun” mealinde bir şeyler söyledi. Ancak taraftarlık dediğiniz şey duygu yoğun bir kavram olduğu ve sosyal kimlikle iç içe geçmiş bir kavram olduğu için birinin başka birine laf anlatması çoğu zaman mümkün olmuyor.

Şahsi inancımızı daha önce ifade ettik. Biz bütün bu olan bitenin soğuk bir kamera şakası olduğunu, soruşturmayı başlatan iradenin usta bir satranç oyuncusu gibi matı görüp atağı başlattığını ve matın kaçınılmazlığını vurgulamıştık. Yani aslında bir yıldır ustanın hamlesi belli ama karşısındaki yenilgiye hazır olmadığı ve ani bir yenilgiyle çok sarsılacağı için usta tahtanın başında oturuyor ve düşünüyormuş gibi yapıyor.

İma ettiğimiz gibi, sürecin uza(tıl)ması ülkenin çarpık sosyo-psikolojik yapısı nedeniyledir. Kararın birden verilip uygulamaya konulması halinde toplumun geçireceği sarsıntının büyük zararlara yol açacağı düşünülmüş, böyle zamana yayılan bir metot uygun görülmüştür.

Nereden mi biliyorum? Bilmiyorum, tahmin ediyorum. 1989’da “Türkiye’de futbol kurgulanıyor!” diye feryat edip deli, 1993’te 33 asker katledildiği zaman “derin devletin işi” deyip hain olmuştuk. Onlar da tahmin ya da sezgiydi. Bu süreçte de herkes bir şeyler söylüyor. Bakarsınız bizimkiler de tutar. Tutmazsa da unutulur gider, kimse bizi palavracı diye suçlamaz nasılsa.

06.06.2012 Taraf