25 Eylül 2012 Salı

Gol atmayı öğrenmeliyiz, yoksa…


Gol pozisyonları, satrançtaki oyun sonu gibidir. Yapılacak her şey bellidir. Satranç eğitim almış, oyunun temel ilkelerini bilen herkes o pozisyonlarda ne yapacağını bilir, çok nadir vuku bulan ağır hatalar dışında oyunun sonucu bellidir. Özellikle taraflardan birinin taş üstünlüğü varsa üstün olan yenemezse bu büyük skandal olur. Örneğin Şah ile kaleye (ya da bir başka taş) karşılık yalnız şah kalmışsa matın kaç hamlede olacağı bile kesindir.

Tabii ki top yuvarlaktır ve kaprislidir, her zaman sizi dinlemez. Fakat elin gâvuru bu kaprisleri kontrol altına almış ve minimuma indirmiştir. Bir Avrupa maçında kaleciyle karşı karşıya kalan bir futbolcunun golü kaçırdığı çok nadirdir. Bu nasıl sağlanmıştır? Tabii ki eğitimle. Dikkatle baktığınız zaman öyle çok da yetenekli olmadığını rahatlıkla anlayabildiğiniz bir futbolcu bile birebir gol pozisyonlarında ezberden hareket eder ve golü atar. Sözün kısası, Avrupalı bu problemi çoktan halletmiştir.

35 seneden fazla bir zamandır futbol izleyicisiyim. Bizde bu problemin boyutu ben çocukken neyse şimdi de aynı. Arada sivrilen birkaç gol kralı haricinde futbolcular genelinde en ufak bir iyileşme yok. Bu problem yüzünden hem özelde takımlar hem genelde Türk futbolu neler neler kaybetti. Nedendir bilinmez, futbol kamuoyu da bu konuda pek bir merhametli ve anlayışlı. Futbolda en çok hoş görülen hata gol kaçırmaktır bizde. Bu tuhaf hoşgörü, zaten çalışmayı sevmeyen, her halükârda Türkiye’nin zenginleri arasında bulunan genç insanların işine geliyordur belki de.

Bakınız, ben uzun yıllar kekemelik sorunuyla boğuştum. Sokakta sorana adres bile tarif edemezdim. Şimdi şükürler olsun panellerde konuşuyoruz. Bu felçli bir insanın azim ve gayretle çalışarak iyi bir koşucu olmasına benzetilebilir sanırım. Benim hikayem çok uç bir örnek. Elbette konuşma sorunu yaşamayan biri çok daha rahat bir şekilde hitabet gücünü artırabilir. Biz de zaten mesleği futbolculuk olan insanların sahadaki görevlerinden birinden söz ediyoruz. Bu konudaki eğitim eksikliği neden görülmez de bu kadar hoşgörülü ve kaderci olunur, anlamak mümkün değil doğrusu. Bırakın yalan yanlış yazmayı, bir yazar kaç kere yazısında imla hatası yapabilir? Bir konuşmacı kürsüde kaç kere tekler, kem küm edebilir? “Yahu arkadaş, madem bu işi yapıyorsun o halde biraz çalış da kendini geliştir” denmez mi kendisine? Denmez bile. Elinden kalemi de çekilir alınır, mikrofonu da.

Daha önce zaman zaman değindiğimiz gol vuruşları konusuna bizi yeniden döndüren sebep pazartesi akşamı oynanan Fenerbahçe-Trabzonspor maçında Olcan Adın’ın kaçırdığı akıl almaz goller oldu. Yazının başında Avrupalıların benzer pozisyonlardaki yüzdesini yazmıştık. Yetenek, şans, kader, kısmet, topun geometrik şekli bir yere kadar. En ciddi kekeme bile ezberleme yöntemiyle klişe ifadeleri rahatlıkla söyleyebilir. Lütfen sizler de biraz gayret edin ve işinizi doğru yapın. Sonra o hoşgörü pamukları sizi ne kadar sarıp sarmalarsa sarmalasın, zehirli ihanet kuşkularından koruyamaz hale gelir. 

26.09.2012 Taraf

19 Eylül 2012 Çarşamba

“Onursal Başkan”ın Yapması Gereken…


Bir başkana “onursal” sıfatı durup dururken verilmez. Başkanı olduğu kuruma ebediyen hayırla yad edilecek hizmetleri olmuştur ki bu sıfat kendisine layık görülmüştür. Ancak bazı istisnai durumlarda politik-diplomatik sebeplerle verilmiş olabilir, o politik-diplomatik şartlarda köklü değişiklikler olursa verilen paye geri de alınabilir. Yoksa ebediyen hayırla yad edilecek hizmetler yapmış bir başkandan sıfatın geri alınması hiçbir hal ve şartta şık olmaz.

Bilindiği üzere bu onursal başkanlardan biri de Trabzonspor eski başkanı Mehmet Ali Yılmaz’dır. Seksenli yılların başında kulüp maddi açıdan hayli zor durumdayken parlak bir meteor gibi camianın orta yerine düşmüş, önce herkesin gözleri kamaşmış, ancak çok sonraları sebep olduğu kraterin zararının boyutları camia tarafından anlaşılabilmiştir. Anlatmaya yazımızın boyutları yetmez, geçelim.

Bir süre önce söz konusu sıfatın eski başkandan geri alınması için bir imza kampanyası başlatıldı. Trabzonspor Divan Kurulu Başkanlığı’na verilmek üzere imzaya açılan dilekçede, Mehmet Ali Yılmaz’ın şike soruşturması sürecinde gerek sahibi olduğu medya kuruluşları vasıtasıyla gerekse başka medya organlarına yaptığı açıklamalarla kulübe zarar verdiği gerekçesiyle, Trabzonspor tüzüğünün 62. maddesi c. bendinde geçen suçlardan dolayı onursal başkanlıktan “ihraç” istemiyle disiplin kuruluna verilmesi isteniyordu.

Sayın eski başkan, birkaç gün önce yine bir gazeteye verdiği röportajda, dilekçede iddia edilen tavırları (ya da suçları) aynen sergileyince bu sefer kulübün de resmi tepkisine muhatap oldu. Kulübün yaptığı açıklamada söz konusu ihraç talebine de atıfta bulunularak bugüne kadar gelen baskıların sineye çekildiği, ancak son gelişmelerden sonra talebin dikkate alınıp gereğinin yapılacağı ima edildi. 

Elbette bir şahısa onursal başkan gibi ağır bir payeyi layık gördükten sonra geri almayı düşünmek hoş bir şey değildir. Ancak gerek başkanlığı döneminde gerekse daha sonraları sergilediği hal ve hareketleriyle camiayı çileden çıkarmıştır. Trabzonspor camiası kendisine olağanüstü bir kredi tanımış, kendisi bu krediyi har vurup harman savurduğu yetmiyormuş gibi kulübü maddi-manevi çok büyük zararlara uğratmıştır. Aynı yönetim kurulunda kendisiyle birlikte görev yapmış olan yakın arkadaşı aktör Tanju Gürsu, Trabzonspor resmi dergisine verdiği röportajda “Yönetim kuruluna danışmadan Abdullah ve Ogün’ü nasıl satarsın? Onları kaç paraya sattın?” diye sorduğunda “ben bilmem, git muhasebeye sor” cevabını aldığını açıkladıktan sonra şöyle demiştir. “Soramadım, çünkü kulübün muhasebecisi diye biri yoktu

Trabzonspor kurumsallaşmasını tamamlamış olmaktan hâlâ uzak olsa da şükürler olsun o günler artık geride kalmıştır. Hesap sormak diye bir alışkanlığı bulunmayan, kötü anıları unutmaya pek meyilli olan insanımız o zamanlar olup bitenleri unutmaya çoktan hazırdır ama sayın Yılmaz buna izin vermemekte, yaptıkları ve yapmadıklarıyla hafızaları tazeleyip durmaktadır. Onursal başkan sıfatını kendisinden geri almak kongrenin vereceği bir karardır. Ancak zatı alinin camiaya bu saatten sonra yapacağı en büyük iyilik, kaptanın kaldırması gereken şampiyonluk kupasını kaldırarak verdiği görüntünün sevimli hatırasıyla bizi baş başa bırakması olacaktır. 

19.09.2012, Taraf

12 Eylül 2012 Çarşamba

Yakındaki Trabzonspor, uzaktaki Trabzonspor…


Trabzonspor taraftarının ezici çoğunluğu büyük ölçüde ülkede var olan göç olgusundan kaynaklanan sebeple şehir dışında yaşıyor. Dünyada bunun başka örneği var mı bilmiyorum. Olsaydı belki oralardan çıkarılabilecek örneklerle başarı için bir yol haritası oluşturulabilirdi.

Elbette şehirde yaşayanla şehir dışında yaşayan taraftarın Trabzonspor’a bakışı ve tutkusu farklılık arz ediyor. Geçtiğimiz günlerde gözlemlediğimiz sıcak ve çarpıcı bir örnekle açıklamaya çalışalım:

Trabzon’un merkezinde doğan ve liseyi orada bitirdikten sonra İstanbul’da üniversite okuyan genç bir arkadaş geçtiğimiz günlerdeki sohbetimizde şunları söyledi. “Ben Trabzon’dayken nasılsa takım burada, tesisler burada, istediğimiz zaman antrenmana da gideriz, maça da gideriz şeklinde bir kanıksamışlığım(ız) vardı. Şehirden ayrıldıktan sonra durum çok değişti. İstanbul’da geçirdiğim dört senede, sanırım Trabzon’da gitmediğim kadar buradan maça gittim

Memleketi ve memleketiyle özdeşleşmiş kulübünden uzakta, üstelik diğer kulüp taraftarlarının çoğunlukta olduğu yerlerde insanların daha hassas ve daha tutkulu olmaları normaldir. Biz de Amerika’yı yeniden keşfettiğimizi iddia etmiyoruz ama Trabzonspor’u yöneten kadrolar bu gerçeği bugüne kadar görmediler ya da göremediler ne yazık ki. Trabzonspor’un rakiplerine baktığımızda taraftarın demografik dağılımı farklıdır. İstanbul’un üç büyük kulübünün de, Anadolu’nun Trabzonspor dışındaki tek şampiyonu Bursaspor’un da kendi şehirlerinde, kulübe gerekli beslemeyi yapacak yeterli taraftar çoğunlukları mevcuttur.

Trabzonspor, güçlü rakipleriyle baş edebilmek için “dışarıdaki” taraftar potansiyelinden maksimum faydayı temin edebilmenin yollarını aramak ve bulmak zorundadır. Başta nüfusunu göç verdiği büyük şehirler olmak üzere, nerede taraftarı varsa oralara gidip onlarla sıcak iletişim kurmak, kulüple her türlü bağlarını güçlendirmelidir. Bu da yetmeyecek, uzak diyarlarda ezici çoğunlukların arasında tek başına Trabzonspor sevdasını yaşatan kahramanlara da ulaşıp, hem onlarla gönül köprüsü kurmalı hem de onların hikayesini herkese duyurarak kendine özgü bir kulüp kültürü oluşturmanın temellerini atmalıdır. Madem Trabzonspor taraftarın demografik dağılımı açısından dünyada eşi benzeri bulunmaz ya da zor bulunur bir kulüptür, bu gerçekten hareketle yine eşi benzeri bulunmaz ya da zor bulunur bir kurum inşa ederek istikbal ve mevcudiyetini kayıp kupaların peşinde koşarak korumak zorunda kalmamayı başarabilir.

Bunun yazıldığı kadar kolay bir şey olmadığının da bilincindeyiz elbet. Fakat milyonlarca Trabzonsporluyu Trabzon’a toplamaktan (!) ya da Trabzonspor’u İstanbul’a taşımaktan daha mantıklı ve realist olduğu da sanırım takdir edilecektir. Birincisi ironiydi, fakat ikincisi yani İstanbul’a taşıma fikri ciddi ciddi konuşuluyor bazen. Asla ve kat’a. Biz gurbet ellerde Trabzonlu ve Trabzonsporlu kimliğimizi koruyabiliyoruz. Fakat Trabzonspor Trabzon’da olduğu için koruyabiliyoruz. 

12.09.2012, Taraf

5 Eylül 2012 Çarşamba

Türk futbolunda hırsızın suçu…


Birkaç yıl öncesine kadar Trabzonsporlular ve Trabzonsporlu olmayıp Trabzonspor’a sempatiyle bakan bazı kimseler, rakipler illegal yöntemlere başvuruyorsa onları sahada yenmekten başka çare olmadığını ve bunun mümkün olduğunu söylerlerdi. Örneğin bir yakınım aynen şöyle derdi. “Hakem bir golünü saymayabilir, iki golünü saymayabilir ama üçüncü golünü mecbur sayacak”  

Ben meşru bir gol atacağım, hakem saymayacak. Bu durumu kabul edeceğim, boyun eğeceğim, uğraşıp didinip bir gol daha atacağım. Yine sayılmayacak. Bir dakika, bir dakika… O niyeymiş o?.. Ben rakibin beher golüne karşılık 3 gol atacağım ve ancak eşitliği sağlayacağım ve bunun adı “düzen” olacak, öyle mi?

Bu asla kabul edilemez bir düşünceydi ve işin garibi hâlâ bu ve benzeri düşünceleri mebzul miktarda savunan vardı. Futbolun patronları bazı takımlara karşı diğer bazı takımlara üç gol avans verecek, (üç gol avans tabiri bir yakıştırma tabii, şu yakınımın sözünden hareketle temsilen öyle söylüyorum) üç gol geriden gelenler bu aşağılık düzeni kabul edecek, maça üç gol önde başlayanlar da bu şartlarda gelen başarıya sevinecekler. Aman Yarabbi…

Bu konu durup dururken aklımıza gelmedi. Birkaç gün evvel bir televizyon kanalında canlı yayınlanan tartışma programında katılımcılardan Erdal Hoş Trabzonspor’un şike mağduru olduğu konusunda yorumlar yaparken, bir başka katılımcı itiraz etti ve “siz de 82 yerine 85 puan alsaydınız” şeklinde garip bir çıkış yaptı. Ortada mahkeme kararıyla tescillenmiş bir şike var ve arkadaşın yaklaşımı bu şekilde. Tevekkeli değil Nasrettin hoca asırlar önce “hırsızın hiç mi suçu yok?” diye isyan etti bu topluma karşı. Toplum da öyle anlaşılıyor ki bir adım ileri gidemedi. Hâlâ bu soru sorulmak zorunda kalındığına göre.

Bakınız, hep söylüyorum: Şimdi eskisi gibi değil, takım tutma yaşına gelen çocuklar çoktan kendilerine Avrupa’dan bir takım seçmeye başladılar bile. Eskiden Türkiye’de futbolseverin başka bir yeri gördüğü yoktu, mecburen bu üç avanslı sistemden keyif almaya çalışıyordu. Kabullenmiş, içselleştirmişti bu durumu. Artık Avrupa ve Dünya yıldızları şifresiz, ücretsiz olarak haftanın birkaç akşamı isteyen herkesin evine misafir oluyor. Aradaki kalite farkı da ortada. Öyle avanslı filan değil, gerçek anlamda bir rekabet düzeni de var. Bundesliga’da geçen haftanın seyirci ortalaması 40 bin küsûr. Bizde bırakın stada gitmeyi, yerli futbolu izlemekten tamamen vazgeçen nice insan tanıyorum. Nereye kadar döner bu değirmen - o da giderek azalan- taşıma suyla?

Bu sezon da Avrupa karnemiz geçer not alamadı. Galatasaray ve Fenerbahçe’den başka hiçbir takımımız eski tabirle Kapıkule’den ötede barınamadı, geri döndü. İki takımın da ne yapacakları meçhul. (Meçhul değil aslında, hepimiz biliyoruz akıbeti) Taraftarın bu takımlara hesap sormasını boşuna beklemeyelim. Bizim toplum hesap sormaz. Bir esnaftan kazık yerse sessiz sedasız gider başka yerden alışveriş yapar. Şimdi de öyle olacak. Bir tuş darbesiyle ulaşabildiği Avrupa futbolunun müşterisi olacak. Hem daha ucuz hem daha kaliteli. 

Görürsünüz. 

05.09.2012 Taraf