15 Mayıs 2013 Çarşamba

Futbol ve ölüm


Geçen hafta sonu oynanan Fenerbahçe-Galatasaray maçı esnasında ve sonrasında yine üzücü hadiseler yaşandı. Hâlbuki bunların olmasını gerektirecek hiçbir gerekçe görünmüyordu ortada. Şampiyon geçen hafta belli olmuş, Galatasaray Saracoğlu’na şampiyon olarak gelmiş ve 14 yıldır olduğu gibi yine Fenerbahçe galip gelmişti. Herkesin mutlu olması lazımdı ama yine ortalık savaş alanına döndü. Maddi hasar hadi neyse, fakat gece yarısı gelen acı bir haber işin rengini değiştirdi. Fenerbahçe taraftarı genç bir delikanlı, bir Galatasaray taraftarı tarafından kalbinden bıçaklanarak öldürülmüştü.

Sonuncusu olması için dua ettiğimiz bu cinayet ne yazık ki ilk değil. Üstelik medyaya yansımadığı için kamuoyunun bilmedikleri de var, onlar da sadece düştükleri yeri yakıp gittiler.

Tabii olayın ayrıntılarına çok vakıf değiliz, ancak kulüp taraftarlığı yüzünden bir insanın canına kıymak hangi sebep ya da gerekçelerle açıklanabilir? 20 yaşındaki bir genç muhatabına ne yapmış, ne demiş olabilir ki –aralarında herhangi bir diyalog ya da ilişki olup olmadığını da bilmiyoruz- canından olmuştur?

Münferit gibi görünen hadiseyi biraz eşelediğimiz zaman, altından hayat mücadelesinde kendini yenik sayan problemli bir toplum yapısı çıkmaktadır. Bize göre futbol ve benzeri her türlü mücadele sporu kazanılması gereken bir savaştır. Şu ülkede futbolu sadece ya da öncelikle seyir zevki için seyreden kaç kişi vardır? Yıllar önce Fenerbahçe Fransa’nın Bordeaux takımını, Galatasaray da Polonya’nın Vidzew Lodz takımını elediği bir maçın (o zamanlar bu olağanüstü bir başarıydı tabii) hemen akabinde karşılaşmışlar, tansiyonu son derece düşük bir müsabaka olmuş, her iki takımın taraftarı da tribünde mutluluk şarkıları söylerken televizyondaki spikeri sıkıntı basmış ve rahatsızlığı iyice belli bir ses tonuyla “eskiden iki takım arasındaki maçlarda yer yerinden oynardı, şimdi öyle bir şey yok” diye hayıflanmıştı.

Eğer taraflar karşılıklı olarak barış mesajları verseler, birbirlerine jestler yapsalar, devlet de gerekli önlemleri almış olsa bu hadiseler yaşanmaz. Ama ne olur o zaman? Hayatta mağlup olan kitleler, futbolu galibiyet arayacakları bir alan olarak algılamazlarsa kendilerine başka ve belki de çok daha tehlikeli mecralar arayacaklardır. Sizin anlayacağınız, toplumun gazı futbol kanalıyla alınmakta, arada böyle bir ya da birkaç zayiat (!) da verilmektedir. O kadar olsundu artık, çok daha büyük zararlara uğramaktansa hem futbolun rantını devşirmek, hem dediğimiz gibi toplumun gazını almak çok daha kârlıydı.

Eh, devletin bekası için kundaktaki kardeşlerini Cennet’e yollayan bir gelenekten gele gele buralara geldik. Birkaç asırlık zaman diliminde alınan mesafe bir arpa boyu sayılmaz yine de. 

15.05.2013 Taraf

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Şehir ve Egemen


Geçen hafta sonu Süper Lig’de oynanan karşılaşmalardan sonra şampiyon belli oldu. Galatasaray 19. şampiyonluğuna ulaştı. Zaten beklenen bir şeydi ve geçen seneki aksiyon (!) sahneleri yaşanmadı, bir iki istisna dışında.

Derken, AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’in bir tweeti gündeme düştü. Şöyle diyordu sayın bakan: “Tebrikler Galatasaray Şampiyon Cimbom'luları kutluyorum. Bir İstanbul sevdalısı olarak şampiyonluğun şehrimizde kalmasına sevindim.”

Doğrusu biraz garip bir tweetti bu. Şampiyonluğun İstanbul’da kalacağı haftalar öncesinden belliydi. İstanbul dışına çıkmaya hiçbir zaman pek hevesli olmadığı da. Sonra İstanbul sevdalısı olmakla şampiyonluğun şehirde kalması arasındaki ilişki? Şampiyonluğa ambargo koymuş kulüplerin iddia ettikleri gibi 25’er milyon taraftarları varsa, bu taraftarların hepsi şehirde mi yaşıyordu? Anadolu’nun Trabzon hariç her vilayetinde şampiyonluk doyasıya kutlanıyordu her zaman.

Sayın bakan elbette bunları çok iyi bilirdi bilmesine de; onun muradı başkaydı. Şehremini olmayı düşündüğü İstanbul’a selam gönderiyordu o. İyi de hangi İstanbul’a? İstanbul’da taraftarlık fanatizmini bastıracak bir şehir aidiyeti var mıydı ki. Öyle bir şey olsa bu takımlardan biri şampiyon olduğunda diğeri neden şehrin bir taraflarını yakıp yıksındı? İstanbul diye bir şehir vardı, İstanbul sevdası da vardı ama ortada İstanbul’lu diye biri yoktu. Anadolu’da yaşayan ve İstanbul’u hayatında görmemiş İstanbul kulübü taraftarlarının da bu selamı üzerlerine almaları için hiçbir sebep yoktu. Dolayısıyla sayın bakanın selamı boşa gitmişti, hiç kusura bakmasındı.

Ülke futbolunun sahil-i selamete çıkması, gerçek anlamda rekabet ve kalitenin temin edilmesiyle mümkündü(r), bunu fırsat buldukça ifade etmeye çalışıyoruz. Ülke nüfusunun, ekonomisinin, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir şekilde bir bölgeye yığılmış olması pek çok alanda olduğu gibi futbolda da ülkenin dengesini bozmakta, ortaya sağlıklı bir yapının çıkmasına engel olmaktadır. Bunun için yurdun dört bir yanında cazibe merkezleri üretilmeliydi. Evet, Özal döneminden bu yana Anadolu sermayesi güçlenmiş ve o sermaye AK Parti’yi ortaya çıkarmıştır, AK Parti’nin de Anadolu’yu hepten boşladığı söylenemez ama onlar da ağırlığı zaten anormal derecede büyümüş İstanbul’a vermiştir.

Anadolu’ya göstermelik kabilinden yapılan birkaç yakışıklı stadyum ile ülke futbolunda gerekli ve yeterli rekabet ortamı tesis edilemez. Edilemeyince de Avrupa’da başarı maşarı elde edilemez. Bu sene olduğu gibi arada bir denk gelir, o kadar. Hep söylediğimiz gibi, üç vakte kadar da canım yurdumun dört bir yanında Avrupa kulüplerinin satış mağazalarını, irtibat bürolarını görmeye başlarız. Sanırım kimse hâlâ tehlikenin farkında değil. Sayın Bağış’ın hiç değil. Nasılsa futbol üzerinden olmasa başka şey üzerinden selam söyler seçmenlerine… 

08.05.2013 Taraf

16 Nisan 2013 Salı

Trabzonspor Trabzon’un her şeyi midir?


Trabzon ile Trabzonspor’un ilişkisi tartışma konusu olduğu zamanlarda bazen şu minvalde görüşler ileri sürülür: “Trabzonspor olmasa kimse Trabzon’un yerini bilmez, Trabzonspor Trabzon’un en önemli kurumudur, hâttâ Trabzonspor olmasa hava raporlarında Trabzon’un adı bile geçmez

Bu ve benzeri lafları, Trabzon ismi geçince otomatına basılmış gibi “ha uşak ha!” diyen herhangi bir yurdum insanı söylese o kadar önemsemeyeceğiz ama Trabzon adına kalem oynatan, kafa yorduğunu iddia eden, ne kadar eski Trabzonlu olduğunu ikide bir muhataplarının gözüne sokan değerli hemşehrilerimiz sarf edince olmuyor. Trabzonspor, geçmiş günün birinde uzay boşluğunun bilinmeyen bir yerlerinden kopup gelerek Trabzon şehrine düşmüş bir meteor değil,  şehrin binlerce yıllık tarihinde oluşmuş kültürün bir ürünüdür. Geçen yüzyılın başında Trabzon’da çalınan piyanonun, operada söylenen aryanın, denizden çekilen ağların, çeşme başında çalınan kemençenin, yaylada tepilen horonun, köyde pişirilen bazlamanın sonucu ve meyvesidir Trabzonspor. Anadolu deyince aklına Üsküdar ile Kadıköy’den gayrısı gelmeyen eski bir İstanbul kalecisinin zırvaladığı gibi 15 tane kaliteli futbolcu rast gele bir araya gelmiş ve başarılı olmuş değildir.

Şu sorulabilir:

Madem Trabzon tarih, kültür ve sanat şehridir; bu kültürün temsilcileri nerededir? Şehrin futbol ve Trabzonspor ile yatıp kalktığı, camia dışında herkesin şehri Trabzonspor ile tanıdığı yanlış mıdır?

Yanlış ve eksiktir. Bir kere sevgili yurdum insanı, Trabzon bir yana kaç şehrin yerini haritada tam olarak bilmektedir? Sonra Trabzonlu sanatçı (şair, ressam, müzisyen) sayısının şaşırtıcı rakamlarda olduğu bilinmiyorsa, bu toplumun sanatçı tanımının ciddi anlamda problemli olması ve bu coğrafyada sanat ile sanatçıya yeterli değerin verilmemesiyle alakalı bir şeydir. Trabzon tarih boyunca iddialı bir şehir olmuştur, iddiasını da popüler bir alanda yani futbolda yaptığı çıkışla ortaya koymuştur.

Trabzonlu aydınlar, önce Trabzonspor’a burun kıvırmaktan vazgeçmelidirler. Trabzonspor’un kendi başına bir şeyi engellediği yoktur. Ancak şöyle bir şey vardır: Şehrin futbol dışı alanlarda hamle yapması, daha müreffeh ve sosyo-kültürel anlamda daha iyi bir pozisyona gelmesi doğrudan ya da dolaylı olarak Trabzonspor’a da ciddi manada fayda sağlayacaktır. Bu karşılıklı bir sebep-sonuç ilişkisidir.

Toprağa bakarsanız, doğal gübreyle beslerseniz, muhtemel don olaylarına karşı tedbir alırsanız, tarla da size bol ve kaliteli ürün verir. “Yabani hayvanlar saldırıp talan ediyorlar” mı dediniz? Kusura bakmayın da bu yeni bir şey değil ki. Aklınız var, izanınız var. Tedbirinizi alın, mahsulünüzü korumanın yolunu bulun bir zahmet. Başkaları buldular ve sahil-i selamete çıktılar. Futboldan örnek bulamıyorsanız, futbol dışına bakın. Orada fazlasıyla göreceksiniz. 

17.04.2013 Taraf

10 Nisan 2013 Çarşamba

Ünal Aysal’ın unutmak istediği şey…

Olaylı Mersin İdman Yurdu maçından hemen sonra Galatasaray başkanı Ünal Aysal imzasıyla bir açıklama yapıldı. Kullanılan ifadeler sert olduğu kadar enteresandı da. Aceleyle mi kaleme alındı, ne oldu bilmiyoruz ama örneğin bir yerde şöyle bir cümle geçiyor:

“Tüm spor kamuoyu hissetmekte ve bilmektedir ki, artık unutmak istediğimiz çok yakın bir geçmişte kapalı kapılar ardında ve masa başında bugüne kadar birçok organizasyon yapılmış, bunu uygulamak üzere belli isimler görevlendirilmiş ve bu gayretler birçok kez de maalesef başarıya ulaşmıştır.”

Bir dakika. Sayın Aysal acaba neyi ve niye unutmak istiyor? Unutunca ne oluyor? Cümlenin geri kalanında tasvir edilen vehamete bakılırsa bu pek de öyle unutulacak bir şeye benzemiyor. Unutulduğu takdirde kendi kendine iyileşecek ya da bir daha tekerrür etmeyecek bir şeye hiç benzemiyor. Neyse, devam edelim bakalım:

Eşit rekabet ve adaletli yönetimler üzerine kurulmuş bir lige milyarlarca liralık yatırım yapan kulüpler, sponsorlar ve her şeyden önemlisi hayatının önemli bir bölümünü bu spora adamış futbolseverler için, OYUNUN ADALETSİZ OLDUĞU endişesinin ortaya çıkması, gerekli tedbirler derhal ve gecikmeden alınmaz ise, bütün spor sektörünü tehdit eder boyuta ulaşmak riski ile karşı karşıyadır.

Konuşmasındaki nezaheti görünce önümü ilikleyesim gelen sayın başkanın bu sözlerin altına imza atmış olduğuna inanmakta zorlanıyorum. Futbolsever için “OYUNUN ADALETSİZ OLDUĞU endişesi” yeni mi ortaya çıktı? Sayın Aysal o unutmak istediği yakın geçmişte neden bu tedbirleri gerekli görmedi de unutmayı tercih etti? Galatasaray geçen yıl şampiyon olmasaydı yine unutmak isteyecek miydi? Yok yok, Sayın Başkan son iki yılda olup bitenlerden tamamen bihaber olamaz, mümkün değil. O halde sanırım tecahül-i arif filan yapıyor. “Gerekli tedbirler” alınmakta çok gecikmiş olunmasın ayrıca? Baksanıza, Orduspor başkanı Nedim Türkmen herkesin ismini bildiği bir şahsın ortak dostları aracılığıyla takımını küme düşürmekle tehdit ettiğini iddia ediyor. 

Ne yazık ki bu coğrafyanın tercihi hemen her zaman “unutmak”tan yana olmuştur. O yüzden başımız dertten kurtulmuyor, kimse kusura bakmasın. Açıklamadan öyle anlaşılıyor ki Mersin İdman Yurdu maçı istedikleri gibi geçseydi hiç de hafızasını zorlamak zahmetinde bulunmayacaktı sayın başkan. Geçen yıl da Fatih Terim lig bitince bir şeyler söyleyecekti ama şampiyon olunca o da ne diyeceğini unutmayı tercih etti herhalde.

Sayın Aysal’ın derhal ve gecikmeden alınmasını ikaz ettiği gerekli tedbirler, Galatasaray kulübü gerekli iradeyi ortaya koysaydı çoktan alınır, yazının devamında altını çizdiği Türk futbolunun marka değerinin sıfırlanma tehlikesi pekâlâ bertaraf edilebilirdi. Fakat onlar tercihlerini tescil edilmemiş bir şampiyonluğun sahibi kadroyu yağmalamayı ve işlerine bakmayı tercih ettiler.

Şimdi de geleneksel şampiyonluk itiş kakışları başladı. Her şey unutulacak, Türkiye nefesini tutup son düdüğe kadar bu mücadeleyi seyredecek, raitingler ve tirajlar gelecek, biri “mutlu son”a ulaşacak, diğeri yarından tezi yok bomba transferler için kolları sıvayacak. Bu devran böyle dönüp gidecek. Bakalım nereye kadar…

10.04.2013 Taraf

27 Mart 2013 Çarşamba

Kendini çoğunluk sanan azınlığın hazin hikâyesi




Trabzonspor eski başarılarından gitgide uzaklaştıkça camia kafa yormaya ihtiyaç hissetti ve düşünmeye başladı. İlk aklına gelen şey de tabii ki “birlik ve beraberlik” kavramı oldu. İnanılan oydu ki Trabzon(spor)lular tek bilek, tek yumruk, tek ses, tek yürek olursa önlerinde kimse duramaz, eski parlak günler koşa koşa geri gelirdi. Fakat garipti, birlik ve beraberliği sağlamak bir yana kimse kimsenin aklını beğenmiyor, her kafadan bir ses çıkıyor, bir curcunadır gidiyordu. Takım saha içinde ya da masa başında açık bir haksızlığa uğradığında camia daha beter karışıyor, nasıl bir tepki vereceği konusunda bir türlü karar veremiyor ve her seferinde de sanki böyle bir şey ilk kez başına geliyormuş gibi afallıyordu.

Hâlbuki bu yeni bir şey değildi ve Trabzonspor en başarılı olduğu zamanlarda bile hâkim düzen tarafından sık sık itilip kakılıyordu. Fakat o zamanlar takım bütün zorlukların üstesinden gelebildiği için problem görünmüyordu ve saha dışında tepki vermek gerekmiyordu. Hakem nizami bir golü iptal ettiğinde takım nasıl olsa bir tane daha atıveriyordu.

Trabzon(spor)luların farkına varamadıkları en önemli gerçek, kendilerini ülkenin hâkim çoğunluğunun bir parçası sandıkları halde o hâkim çoğunluk tarafından basbayağı azınlık muamelesi gördükleriydi. Ülkede üç büyüklere endeksli bir sosyo-ekonomik düzen kurulmuştu, Trabzonspor da bu düzeni bozuyordu. Hem pastaya ortak olması istenmiyor hem de “ülkenin çimentosu, temel direği, inatçı, azimli, vatansever” vs. diye sırtı sıvazlanıyordu. Azınlık olmak zaten kendiliğinden getirdiği bir sürü olumsuz çağrışımın da etkisiyle kabul edilebilecek bir şey de değildi tabii Trabzon(spor)lular için. Bu yanılsama camiaya çok şey kaybettirmiş, çok pahalıya mal olmuştur.

Bu yanılsamayla bağlantılı olan bir başka olumsuz algı da mükemmeliyet psikolojisidir. Bu algıya göre Trabzonspor kutsal bir varlıktır, onu tercih etmek çok zor ama kutlu bir tercihtir, taraftar bu tercihi yaptığına göre kendisi de ayrıcalıklı bir insandır, öyleyse her düşündüğü ve her savunduğu mükemmeldir. Bu mükemmellik tanımına az da olsa uymayan herkes Trabzonsporluluk dairesinden çıkarılabilir, belki çıkarılması da hayırlı olacaktır. Tespit etmeye çalıştığımız bu ikinci yanılsama, Trabzonsporluların neden bir araya gelemiyor oluşunun cevabını en açık haliyle bize vermektedir. 

Trabzonspor’un, kendi yapısal ve kronik problemlerine köklü ve nihai çözümler üretebilmesi için kesinlikle bir azınlık psikolojisi oluşturması ve bütün planlarını ona göre düzenlemesi şarttır. Azınlık tanımının bütün ülke insanı gibi Trabzonluların da zihninde pek hoş çağrışımlar yapmadığı bir gerçektir. Fakat farklı bir örnek vermek gerekirse ülkeyi yöneten kesime de mutlu azınlık dendiği gözden kaçırılmamalıdır ve azınlık tanımının mutlaka olumsuz anlamda algılanması gerekmez.

Eğer bu psikolojik zemin temin edilebilirse Trabzonsporlular bir araya gelip takımlarına maksimum faydayı sağlayabilirler. Yoksa diğer rakiplerinden hem sayı hem de toplam güç itibariyle geride bulunurken, kaşının üstünde gözü olduğu için birbirinin yüzüne bakmayan kişi ve grupların tek başlarına Trabzonspor’u sahil-i selamete çıkarmaları mümkün gözükmemektedir. 

27.03.2013 Taraf

20 Mart 2013 Çarşamba

Trabzonspor’da taraftarlık bilinci nasıl gelişti?

Trabzonspor taraftarlığının oluşum süreci hayli talihsiz bir süreçtir. Takımın -o zamanki adıyla- 1. Lig’e çıktığının ertesi sezonunda şampiyon olması kimsenin beklemediği bir durumdu ve bütün Türkiye gibi Trabzonlu futbolseverler de bu duruma hazırlıksız yakalanmışlardı. Yıllardır 1. Lig’de oynayan bazı Anadolu takımları zirveyi zorlamış ama başaramamışlar, ilk kez çıkan Trabzonspor ise ikinci sezonda şampiyon oluvermişti.

O dönem futbolla ilgilenen Trabzonlular doğal olarak İstanbul’dan bir takımın taraftarıydılar. Kendi şehirlerinin takımı şampiyon olunca da tabir caizse asıllarına dönmüşlerdi. Başka bir takım tutmadan Trabzonsporlu olan nesilse henüz çocuk yaştaydı. Takip eden birkaç yıl ezici başarılarla geçince bu durum camiada büyük bir yanılsamaya yol açtı. Takımın başarısı için taraftarın hiçbir şey yapmasına gerek yoktu. Trabzonspor ligde fırtına gibi esiyor, gerek kendi sahasında gerekse deplasmanda önüne geleni yeniyor ve kolaylıkla şampiyonluğa ulaşıyordu. Taraftara da sadece alkışlamak kalıyordu.

Kısa zamanda Trabzonsporlularda şöyle bir algı oluştu: Trabzon bir futbol şehridir,  eşi benzeri bulunmaz bir futbolcu madenidir, olağanüstü yeteneklere sahip çocukların memleketidir, kahveden gençleri toplayıp Trabzonspor formasıyla sahaya çıkarsanız takım yine şampiyon olur.

Bugün komik gelen bu mantık dizgisi, Trabzonspor’un o dönem önemli yıldızlarını elinden çıkarıp adı sanı bilinmeyen gençlerle yine şampiyon olması yüzünden hiç de akıl dışı gelmiyordu. Hâttâ Trabzonsporlular dışında kamuoyunun önemli bir kesimi de buna inanmaya başlamıştı.

Eh, taraftarın da keyfi yerindeydi. Sırf Trabzonlu/Trabzonsporlu olmak başlı başına bir gurur vesilesiydi. Takımları hiçbir Anadolu takımının başaramadığını başarmış, üstelik İstanbul hegemonyasına da sanki ilelebet son vermiş gibiydi. Üstelik bunun için de hiçbir çaba sarf etmeleri gerekmemişti. Bu böyle sürüp gideceğine göre etmesi de gerekmeyecekti.

Trabzonsporlu başarıyı kucağında bulunca korumak ve geliştirmek için ne yapması gerektiğini de bilemedi. Zaten öyle bir ihtiyaç da yoktu, dediğimiz gibi. İşte Trabzonspor taraftarlık anlayışı bu olağandışı şartlarda gelişerek yerleşip, takım da ilerleyen yıllarda başarılı günlerini arar hale gelince taraftar ne yapacağını şaşırdı. Başarı gökten zembille inmişti daha önce. İnmediği zaman nasıl elde edeceğine dair hiçbir fikri yoktu. Takım başarıya derece derece yükselseydi; söz gelişi bir sene üçüncü olsa ve sonraki sene şampiyonluğu kıl payı kaçırsa, o zaman taraftar şapkayı önüne koyup düşünebilir, başarı için nasıl ve ne şekilde destek verebileceğinin yollarını araştırabilirdi. Hiç değilse böyle bir desteğin ihtiyaç olduğunu idrak edebilirdi. Yaşı müsait olanlar, Trabzonspor taraftarının o yıllarda tribün aksiyon ve ritüeli olarak ortaya hiçbir şey koy(a)madığını da hatırlayacaklardır.

Trabzon Rüyası’nın bittiğini kavramak 1984’ten çok sonraları gerçekleşti ve taraftar ondan da bir süre sonra artık bir şeyler yapmak gerektiğini idrak etti. Fakat bu o kadar da kolay değildi. Trabzon ve Trabzonlunun sosyo-psikolojik yapısı buna en büyük engeldi. Bu yapıyı ve türevlerini analiz etmeye çalışacağız, ancak yerimiz yetmez. Kısmetse gelecek yazıda devam ederiz.

20.03.2013 Taraf

13 Mart 2013 Çarşamba

Truman Show (henüz) bitmedi...


Tam iki yıl önce (11 Mart 2011) bu köşede “Truman Show bir gün bitecek” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Henüz 3 temmuz tarihine yaklaşık dört ay var ve biz dâhil kimse öyle bir sürecin başlayacağını tahmin etmiyor. Yazının bir yerinde şöyle demişiz:

Fakat bu çadır tiyatrosunun bir gün sona ereceği, Truman’ın önünde sonunda gerçeğin farkına vararak isyan edip kurtulacağı kesindir. Tabii kurtuluş, en az filmdeki Truman’ın kurtuluşu kadar zahmetli olacak, yılların statükosu bütün gücüyle direnecektir.

3 temmuz sabahı malûm süreç patlak verince, doğrusu şaşırmış ve statükonun o kadar da kolay teslim olmayacağını, yani Truman Show’un bitmesi için vaktin henüz erken olduğunu düşünmüştüm. Yanılmış olduğuma da üzülmemiştim, çünkü Türk futbolunun kurtuluşunun ancak adalet ve rekabet ortamının tesis edilmesiyle mümkün olabileceğine inanıyordum, hâlâ inandığım gibi. Bunun da bir an önce gerçekleşmesi sevindirici bir durumdu.

Aradan zaman geçtikçe ilk düşüncemizde haklı olduğumuzu anladık. Statüko (“statüko”dan kastımız sadece Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe değildir, sözkonusu bir düzendir) kolay teslim olmamıştı, anlaşılan olmayacaktı da.

Geçen hafta sonu oynanan Fenerbahçe- Bursaspor maçının devre arasında Aziz Yıldırım’ın soyunma odası koridorlarında hakemleri açıkça tehdit ettiği öne sürüldü. Ancak kısa bir süre sonra Fenerbahçe kulübünden resmî bir açıklama yapıldı ve bu iddia kesin bir dille yalanlandı. Bu yalanlama çıkışı yerinde ve takdir edilesi bir çıkıştır, çünkü Sayın Aziz Yıldırım’ın benzer müdahaleleri daha önce de yaptığı iddia edilmiş ve böyle bir karşı hamle görülmemişti. Ancak iddia doğru ise, Truman Show bütün hızıyla sürüyor demektir.

İki yıl önceki yazımızdan bir alıntıyla bitirelim, çünkü söyleyecek pek farklı bir şeyimiz yok.

Bu böyle devam edip gitmez, gidemez. Geçmiş yazılarımızda da söylediğimiz gibi, hiçbir şey olduğu yerde durmuyor, sürekli bir değişim ve gelişim içinde seyrediyor. Avrupa ve dünya futbolu kendi liglerimiz kadar yakınımıza gelir ve onlarla bizim aramızdaki fark af buyurun kabak gibi ortaya çıkarken, insanları bu kısır debelenmelerle oyalayıp duramazsınız. Türkiye her alanda ileri giderken futbolda geri kalamaz.

Bu durumdan şikâyetçi olanlar artık seslerini yükseltmeli, güçlerini birleştirmeli ve harekete geçmelidirler. Sadece kendileri için değil aynı zamanda Türk futbolunun sıhhat ve selameti için. (Başta Fenerbahçeli dostlarımız olmak üzere) memnun olanlar da şapkalarını önlerine koyup düşünmelidirler. Formada üç değil 13 yıldız olsa ne olacak, Avrupa’da söz sahibi olamadıktan sonra?.. Üstelik Avrupa artık içimize kadar girip benliğimizi ele geçirmeye başlamışken... Dedik ya geçenlerde, Xavi ile Alex arasında ne kadar mesafe var bizim için? Günün birinde Xavi’nin forması Alex’in formasından daha çok satılmaya başlamasın Türkiye’de... El Clasico’nun yerli derbiden daha fazla izlendiği memlekette olmayacak şey midir?

Truman Show bitmedi ama bir gün mutlaka bitecek. Ne zaman? Truman gerçek dünyaya geçmeye kesin kararlı olduğu ve hayal dünyasını kuranı alt edecek iradeyi gösterebildiği zaman.

13.03.2013 Taraf


11 Mart 2013 Pazartesi

Truman Show bir gün bitecek...


Her sene sezon sonuna doğru, şampiyonluk yarışı kızıştığında görmeye alıştığımız “saha dışı savaşları” bu sene birkaç cephede birden patlak verdi. Türk futbol tarihinde belki de ilk kez bir takım kendi lehine verilen bir kararın yanlış olduğunu kabul ve beyan etti. Bunda belki İstanbul’un iki büyüğünün yarıştan çok erken kopmuş olması da etken olmuştur, tam olarak bilemeyiz. Aslında gündemin çok çabuk değiştiği zamanlarda yazı yazmak zordur; yazınız gazetede çıktığında çoktan güncelliğini kaybetmiş olabilir pekâlâ. Olsun, biz gördüğümüzü yazalım.

Haftalar önce Fenerbahçe Teknik Direktörü Aykut Kocaman’ın“irdelenmeli” diye biten konuşmasıyla açılan Pandora’nın Kutusu’ndan kötülükler ortalığa saçıldı. Aykut Hoca’nın ne kadar pozitif imajı olursa olsun, hiç de masumane bir açıklama değildi bize göre. Rakip Trabzonspor’un bu tür hamleler karşısında dengesinin pek kolay bozulduğunu bilmiyor olamaz(lar)dı. Daha önceleri de benzer yöntemlerle sonuç almışlardı. Şampiyonluğun sahada kazanılmadığını öğrendiklerini açık açık söylememiş miydi birileri? Yıllar önce bir Fenerbahçe yöneticisi, sezon sonunda şampiyon olduktan sonra “Aslında bu sene Trabzonspor’un önünü açmışlardı. Biz aradan sıyrılıp şampiyon olduk” dememiş miydi?“Bir dakika Sayın Yönetici, kim kimin önünü açıyor? Nasıl açıyor, ne yapıyor da açıyor? Bunca zamandır şampiyon olanlar, birilerinin önlerini açması sayesinde mi şampiyon oldu” diye sormak kimsenin aklına gelmedi mi? Yoksa bunlar Truman Show’da rol kesen oyuncuların ağzından kaçırdıkları laflar gibi bir şey miydi?

Bu savaşın sonu nereye varır, ne sonuç çıkar bilmiyoruz. Muhtemelen herkesin tenceresinin dibinin kara olduğu iddia edilecek, karşı suçlamalar gelecek, belki Trabzonspor gelecek haftalarda penaltılar kazanacak, sonra “İşte gördünüz mü, hakemler her maçta hata yapıyor, haydi herkes işine gücüne...” diye sulandırılıp gargara yapılacak ve herşey eskisi gibi devam edecek. Bunu hisseden Trabzonsporlular, “Bize haksız penaltı verilirse topu dışarı atalım” demeye başladı şimdiden.

Fakat bu çadır tiyatrosunun bir gün sona ereceği, Truman’ın önünde sonunda gerçeğin farkına vararak isyan edip kurtulacağı kesindir. Tabii kurtuluş, en az filmdeki Truman’ın kurtuluşu kadar zahmetli olacak, yılların statükosu bütün gücüyle direnecektir. Baksanıza olan bitenin kurumsal anlamda kendisiyle ilgisi bulunmamasına rağmen TSYD bile telaşla ortaya atılıp muharebe etmeye başladı.

Bu böyle devam edip gitmez, gidemez. Geçmiş yazılarımızda da söylediğimiz gibi, hiçbir şey olduğu yerde durmuyor, sürekli bir değişim ve gelişim içinde seyrediyor. Avrupa ve dünya futbolu kendi liglerimiz kadar yakınımıza gelir ve onlarla bizim aramızdaki fark af buyurun kabak gibi ortaya çıkarken, insanları bu kısır debelenmelerle oyalayıp duramazsınız. Türkiye her alanda ileri giderken futbolda geri kalamaz. Medya özene bezene gözlerden kaçırmaya çalıştığı Türk hakemliğinin durumunu daha fazla saklayamaz. Özene bezene saklıyor, çünkü sistemin kilit noktası hakemlerdir. Milli Takım’da İstiklâl Marşı’nı söyleyenler gitgide azalırken dahi sesini çıkarmazken, yabancı hakem gündeme geldiğinde avaz avaz cıyaklamak, ultra milliyetçi kesilmek bu yüzdendir. Türk futbolunun dışarıyla en az teması bulunan unsuru hakemdir, fakat ne hikmetse Dünya Kupaları günleri haricinde gündeme bile gelmez bu durum.

Bu durumdan şikâyetçi olanlar artık seslerini yükseltmeli, güçlerini birleştirmeli ve harekete geçmelidirler. Sadece kendileri için değil aynı zamanda Türk futbolunun sıhhat ve selameti için. (Başta Fenerbahçeli dostlarımız olmak üzere) memnun olanlar da şapkalarını önlerine koyup düşünmelidirler. Formada üç değil 13 yıldız olsa ne olacak, Avrupa’da söz sahibi olamadıktan sonra?.. Üstelik Avrupa artık içimize kadar girip benliğimizi ele geçirmeye başlamışken... Dedik ya geçenlerde, Xavi ile Alex arasında ne kadar mesafe var bizim için? Günün birinde Xavi’nin forması Alex’in formasından daha çok satılmaya başlamasın Türkiye’de... El Clasico’nun yerli derbiden daha fazla izlendiği memlekette olmayacak şey midir?

11.03.2011 Taraf


6 Mart 2013 Çarşamba

Buzlar çözülmeden...


Trabzonspor Kasımpaşa karşısında çok kötü bir görüntü sergiledi. 2-0 yenilmiş olmasının yanı sıra akıllara zarar bir futbol oynadı. Oyun bu kadar kötü olunca, son dakikalarda hakemin iptal ettiği nizami bir golle ofsayt gerekçesiyle iptal ettiği golde rakip defans oyuncusunun açıkça elle müdahalesini görmemesine de insanın itiraz edecek mecali kalmıyor. Bu hakem hataları ilk kez olmuyor. Trabzonspor en güçlü olduğu zamanlarda bile bu şekilde muameleye maruz kalırdı ve üstesinden gelirdi.

İnsanın bir takım istese bile bu kadar kötü oynayamaz diyesi geliyor. Bir futbolcu birbirine çok benzer iki pozisyonda topa aynı şekilde ve aynı derecede kötü vurur da auta atar mı yahu… Daha beteri, ayağına en hâkim futbolcularınızdan biri, kendi koridorunda akan bir kanat oyuncusu varken, kendi yüzü de o yöne dönükken, topu debeleye debeleye rakibe kaptırır mı? Ortada ya bir tür sabotaj var ya da psikolojileri ileri derecede bozuk bu arkadaşların… Niyet itibariyle değil ama netice itibariyle sonuç fark etmiyor işin acı tarafı.

Türkiye’de büyük takımların normal yollardan küme düştüğü bugüne kadar görülmedi. (Anormal yollardan da görülmedi ya, biz bir ara öyle bir şey olacak sandık. Neyse, dağıtmayalım.) Geçmiş yıllarda diğer büyük takımlar da benzer pozisyona düştüler, örneğin 1976 senesinde Beşiktaş, son hafta Trabzon’dan aldığı bir puanla kümede kalmıştır. O hafta şampiyonluğu garantilemiş olan Trabzonspor’un Beşiktaş’a bir “güzellik” yaptığı söylenir ama dediğimiz gibi söylenir. Doğruluk payı nedir bilmiyoruz. 1980-81 sezonunda son derece kötü günler geçiren Fenerbahçe de averajla küme düşmekten kurtulmuştur. 3 sezon önce de Galatasaray çok kötü bir sezon geçirdi ve rakiplerinin alaylı tezahüratlarına muhatap oldu.

Hiçbir yönetim kendi döneminde takımın böyle bir duruma düşmesini istemez. Trabzonspor için “Şike süreci kulübü ve yönetimi yıprattı” gibi bir gerekçeyi inandırıcı bulmuyoruz. Fenerbahçe çok daha zorlu günler geçirdi ve hâlihazırdaki durumları o zorluklara nazaran hiç de fena değil.

Trabzonspor çok kötü yönetildi, halen de kötü yönetiliyor. Sadri Şener’in gelecek kongrede yeni bir listeyle devam etmek azim ve kararlılığında olduğu kulağımıza geliyor. Eğer bir daha anlaşmazlığa düştüğü için istifasını istediği yönetim kurulu üyesi oralı olmaz, kendisi de onu görevden alma gücünü gösteremezse hiç zahmet buyurmasın. Trabzonspor taraftarı kendi imkânlarıyla da cinnet geçirebilir.

Sonra camianın kongreden korkmasına da gerek yok. Kaos falan olmaz. 2003-2004 sezonunda takım yanlış hatırlamıyorsam üç farklı başkan ve üç farklı teknik adamla çalıştı ve ligi 2. sırada bitirdi. Pekâlâ şampiyon da olabilirdi ama Türkiye’nin kendine özgü şartları buna mani oldu.

Mümkün olan en kısa zamanda kongre kararı bekliyoruz. Aralık ayına kadar beklemeden. Çok geç olmadan. Buzlar çözülmeden. Cevat Fehmi Başkut’un ünlü eserini ve başrolünde Kemal Sunal’ın oynadığı sinema uyarlamasını hatırlatmama gerek yok sanırım. 

06.03.2013 Taraf

27 Şubat 2013 Çarşamba

Ağlamak güzel midir?


Geçen hafta sonu Feshane’deydik. İstanbul’da faaliyet gösteren Trabzon derneklerinin üst kuruluşu statüsünde iki federasyondan biri olan Trabzon Federasyonu’nun düzenlediği Trabzon Günleri etkinlikleri İstanbul’da yaşayan Trabzonluların olağanüstü ilgisine sahne oldu. İstanbul’da uzunca bir süredir Trabzon’la ilgili bu çapta bir organizasyon düzenlenmemişti, bu organizasyonun da nasıl geçeceği merak konusuydu. Fakat perşembeden başlayarak pazara kadar devam eden etkinlikler özellikle cumartesi ve pazar günleri izdihama dönüştü. İnsanlar orada dört gün boyunca memleketlerini yaşadılar ve teneffüs ettiler. Bu kadar büyük bir ilgiyi sanırım kimse beklemiyordu.

Trabzon dışında yaşayan milyonlarca Trabzonlu var, bunların da hatırı sayılır bir miktarı İstanbul’da bulunuyor. Bu Trabzonlular, hem memleketlerine hem de takımlarına Trabzon’da yaşayan Trabzonsporlulardan daha fazla aidiyet besliyorlar. Gurbet sosyo-psikolojisini göz önüne aldığımızda bu da anormal bir durum değil. Bu açıdan bakıldığında, Trabzonspor taraftarının çoğunluğunun il dışında yaşıyor olması pek de dezavantaj gibi durmuyor. Çünkü büyük şehirde insanlar kimlik ihtiyacını daha fazla hissediyorlar ve memleket kimliği ile kulüp (Trabzonspor) kimliği birbirini besleyerek canlı tutuyorlar. Kemençenin, horonun, kolbastının, hamsinin, tereyağının ve dahi pek çok şeyin izini takip ettiğinizde yolunuz Trabzonspor’a çıkıyor. Trabzonlular birkaç nesildir gurbette yaşıyor olmalarına rağmen ne takımlarından vazgeçiyorlar ne de yöresel kültürlerinden…

Trabzonlular oradaydı; ya Trabzonspor?

Herkes her fırsatta Trabzon şehrinin takımı taşıyamadığını, takımın şehre büyük geldiğini söylüyor. O halde yükü gurbette yaşayanlar sırtlamalıdır. Bunun yolunu açacak olan da en başta Trabzonspor’u yönetenlerdir. Pekâlâ, hafta sonu Trabzonlular Feshane’de birbirini çiğnerken Trabzonspor neredeydi? Evet, etkinliğin her tarafında hâkim renkler bordo maviydi ama Trabzonspor resmi anlamda ortalarda görünmüyordu. Sadece Gurbetçi Gençler taraftar grubu genişçe bir stand açmıştı ve etkinlik boyunca ortamı hayli renklendirdiler sağ olsunlar.


Bu eksiklik organizasyonu tertip eden Trabzon Federasyonu’na mı aitti yoksa kulübe mi bilmiyorum ama kulüp yönetiminin böyle eksikliklerde sabıka dosyası hayli kabarık olduğu için kuşku ve düşüncelerimiz onların üzerinde yoğunlaşıyor. Rakip takımların başkan ve yöneticileri ülkenin en ücra köşelerinde taraftar derneği ya da lisanslı ürün mağazası açılışlarına katılırken Trabzonspor’u yönetenlerin benzer konulardaki kayıtsızlığını akıl almıyor.

Trabzonspor, Türkiye’de kurulu düzende bir çıkıntıdır ve sistem de onun başarısından pek memnun kalmıyor olabilir. Bir yandan legal çerçevede bu durumla mücadele ederken öbür yandan da mevcut potansiyeli maksimum düzeyde harekete geçirmek gerekiyor. Tamam, ağlamak güzeldir belki ama hayat gülenden yanadır her zaman.

27.02.2013 Taraf


20 Şubat 2013 Çarşamba

Trabzonspor ve determinizm



Trabzonspor camiasında şu anda korkunç bir düşünce hâkim: “Sistem” Trabzonspor’u küme düşme hattına kadar indirecek, sonra güya kurtaracak, böylece bir tür ödeşme sağlanacak. Yani “Fenerbahçe’yi düşürmedik ama bakın sizi de kurtardık, hadi öpüşün de barışın” diyecek. Daha ileri gidip, Trabzonspor’un küme düşürüleceğini iddia edenler de mevcut.

Sanırım kimsenin rahatlıkla “kesinlikle olamaz” diyemeyeceği ve bir Avrupalıya anlatsanız küçük dilini yutacağı bir şeye, bu kadar kolay inanılmasında ciddi bir sorun görmüyor musunuz siz de benim gibi? Bir ülkede insanlarda adalet duygusu bu kadar hırpalanmışsa o ülkenin hali nicedir?

Bu topraklarda -ne mutlu ki- Güneydoğu sorunu bitmek üzereyken, şimdi de Kuzeydoğu sorunu mu çıkarılmak isteniyor acep? Yoksa taa Osmanlı’nın son demlerinde İstanbul düşman tehdidi altındayken, durumdan vazife çıkararak gönüllü alay kurup İstanbul’u korumaya gelen insanlar için “nasılsa bunlar isyan filan edip zarar vermez, çok çok da damarlarına fazlaca basarsak biraz taşkınlık yaparlar o kadar. Vuralım enselerine lokmalarını alalım” mı diyorlar?

Yeterince açık yazamamış olabiliriz. Biz yazının başında sözünü ettiğimiz düşünceye katılıp katılmamaktan ziyade, halkta böyle bir düşüncenin bu kadar kolay hâkim olabilmesinde problem olduğunu düşünüyoruz. “Amma da büyüttün. Altı üstü bir top meselesi” diyecek bir Taraf okuru herhalde yoktur ama biz yine de futbolun sosyal bir ayna olduğunu hatırlatalım. Birçok ülke gibi Türkiye’nin de metabolizmasını futbol üzerinden okumak mümkün. Toplum hayatının hiçbir alanında olmayan adalet duygusu futbolda da olmuyor.

Futbolu düzelterek toplum hayatının tamamına çeki düzen verilmesi mümkün değil, ancak futbolda adalet tesis edilebilirse o zaman aynaya bakanın halini görüp de utanması, kendini bir nebze olsun hizaya sokması gerçekleşebilir.

Trabzonsporlular, kendilerini yakın zamana kadar ülkenin birinci sınıf vatandaşı zannettikleri için hâlihazırda büyük bir kafa karışıklığı yaşamaktadırlar. Önce azınlık muamelesi gördüklerini kabul ve idrak ederek bunun üzerine stratejiler üretip geliştirmelidirler. Bu konuda da bilinçlenmenin başladığını düşünüyoruz. 1 Ocak 2012’de Taksim’de eylem yapmak için günlerce hazırlık yaptıktan sonra “yetkililer” tarafından buna izin verilmeyince birçok kimsenin kafasına dank etti. Neredeyse birinci yılını dolduracak olan temiz futbol eylemleri de bu farkına varmanın getirdiği arayışların bir ürünü bize göre.

Mesele üstü örtülü bir sınıf mücadelesi midir yoksa –tabiri pek sevmesek de- Türkiye üzerinde oynanan oyunlardan biri biterken öbürü mü başlamaktadır bilmiyoruz. Ama basit bir teneke inatlaşması olmadığı açıktır. 100 yıl önce o günün şartlarında 1000 kilometre tepip payitahtı korumaya gönüllü giden insanların hassasiyetlerinin aynen yaşadığını görüyoruz, biliyoruz. Bu hassasiyeti suistimal etmeye kimsenin hakkı yoktur.

Bir şey daha… Sosyolojide determinizm sökmez. Ne kadar körü körüne vatan millet aşkıyla yanarlarsa yansınlar, bir kesimin üstüne çok fazla gidilirse ne tarafa patlayacağı hiç belli olmaz.  

20.02.2013 Taraf

13 Şubat 2013 Çarşamba

Trabzonspor’da sorun nerede?


Yaklaşan bir Trabzonspor- Fenerbahçe maçı öncesi yine enteresan şeyler oluyor. Fenerbahçe’nin geçici görevle yurtdışına gidip dönen futbolcusu Emre Belözoğlu’nun ana tarafından memleketi Trabzon Maçka’da bir okul yaptırmak niyet ve hevesinde olduğu açıklandı ve hemen içi kalaylı Trabzon kazanları kaynamaya başladı. Küçük bir azınlık bu “hayır işi”ni normal karşılarken ezici çoğunluk yine öfke nöbetleri geçiriyordu. Yine eş zamanlı olarak Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım’ın bu hafta sonu Trabzon’da oynanacak maça gitmeye karar verdiği medyaya yansıdı.

Trabzonspor ile Fenerbahçe’nin sadece saha içinde oynanıp biten bir maçını hatırlamıyoruz dersek yalan olmaz sanırım. Eski başkan Ali Şen de Trabzon deplasmanına gidecekleri zaman Rize’de kamp yaptırırdı. Hem belki oralarda fazladan iki taraftar kazanılırdı hem de az ya da çok mevcut olan Fenerbahçe taraftarlarının sevgi gösterileri komşu Trabzon’un gözüne sokulurdu.

Bunlar normal ve alışık olunması gereken şeyler. İlk kez olmuyorlar. Fakat Trabzonsporlular başkanlarıSadri Şener’den tuhaf davranışlar görüyor ve hem şaşırıyor hem de öfkeleniyorlar. Geçen pazar günü Sivas deplasmanında ev sahibi takımın başkanıyla pek samimi pozlar verdi Sadri Şener. Trabzon şehrine küsmüş bulunduğu için Avni Aker’e maça gitmeyen Sadri Şener. Ev sahibi takımın başkanının kim olduğunu ve yakın geçmişte hangi hadiselere adının karıştığını başta Trabzonspor taraftarları olmak üzere cümle âlem bilmektedir ama galiba Sayın Şener unutmuştur. Unutmuştur diyoruz, çünkü bir zamanlar bildiğini varsayıyoruz.

Yönetim kâğıt üstünde

Trabzonspor’da yönetim kâğıt üzerinde mevcuttur, fiilen yoktur. Olsaydı bir ya da birkaç üyesinin başkanın ne yapacağı hakkında bir fikri bulunur, yapacağı şeyin doğru ya da yanlış olacağı konusunda başkanı uyarırlardı elbet. Görünüşe bakılırsa onlar da ipin ucunu koyuvermişler, kulübü kendi hâline bırakmışlardır.
Muhalefetsiz bir iktidar hâli her zaman tehlikeli ve sağlıksız kabul edilir. Ortada çok başarılı bir iktidar varsa bile bu böyledir. Ancak karşısında muhalefet bulunmayan iktidar, bir de başarısızsa, gelecekte ne gibi vahim sonuçların ortaya çıkacağı tahmin bile edilemez. Hâlihazırda boş durmayıp muhtelif platformlarda çalışmalarını sürdürenler olduğunu biliyor; suyun umut, tahmin ve temennilerimiz doğrultusunda aktığını görüyoruz. Bu suyun gücü karşısında statüko duvarlarının uzun süre dayanması da mümkün değildir.

Tolunay Kafkas üç ay süre istedi

Yazıyı bitirmek üzere olduğumuz dakikalarda Tolunay Kafkas bir basın toplantısı yaptı ve işleri düzeltmek için üç ay süre istedi. Bir teknik adamın Trabzonspor takımında işleri düzelttiğini daha önce gördük, ancak bu kronik problemlerin bertaraf edilmesini sağlamadı, her seferinde eskiye dönüldü. Takımın sahada çok iyi olması yetmiyor. Yönetim anlayışının değişmesi gerekiyor. Biz de onu bekliyoruz.

13.02.2013 Taraf

6 Şubat 2013 Çarşamba

Trabzonspor alternatifsiz değildir


Tek çiçekle bahar gelmez” denir ama kışın zorlu şartlarından bunalan ve tabiatın bir an önce uyanmasını bekleyenlere bunu anlatmak zordur. Genel tablo ne olursa olsun, galibiyet sonrası olumsuz, mağlubiyet sonrası olumlu şeyler yazmak ise daha da zordur. Fakat ilerleyen zamanlarda “ben zamanında bunları yazıp söylemiştim” diyebilirseniz, mutlak manada tutarlı ve yararlı bir fikir adamı olabilirsiniz. Yoksa kahvede kaçan golden sonra kaçıranın yedi sülalesini kalaylayan, bir sonraki (belki de aynı) maçta attığı golden sonra alkışlayan adamdan bir farkınız olmaz.

Biz, Şenol Güneş’in görevden ayrılmasından daha öte ve öncelikli problemler olduğunu düşünüyoruz. Hep söylediğimiz gibi bir kulübün başarısı ve başarısızlığı yönetimden sorulur. Başarısız teknik direktörü görevden almak (ya da istifasını kabul etmek) da bir yönetim tasarrufudur ve sonuçta kendilerinden beklenen başarıya ulaşmaya yönelik bir hamledir. Kafaları karıştıran, istifası kabul edilen teknik direktörün hem camia hem de Türk futbolu için herhangi bir isim olmayışıdır.

1993 senesinde Trabzonspor İstanbul’da Beşiktaş’a 7-1 yenildiğinde de kulüp başkanı Sadri Şener, teknik direktör Şenol Güneş’ti ve o zamanki yönetim teknik direktörü değiştirmek yerine kendisi görevden ayrılmayı tercih etmişti. Ardından yenilenen bir yönetim ve güven tazelemiş bir başkan, birkaç hafta sonra aynı teknik adamla rayına giren bir takım hatırlıyoruz. Sayın başkan bu sefer tercihini farklı yönde kullandı. İnşallah yerinde bir karardır, bekleyip göreceğiz.

Yukarıda “daha öte ve öncelikli problemler”den söz ettik. Biz saymadık bilmiyoruz ama bir büyüğümüzün ifadesiyle iki yılda sadece üç kez toplanabilmiş, teknik direktör istifasında bile toplanmaya gerek duymamış bir yönetimi ile Trabzon’daki maçlara gelmeye lüzum hissetmeyen bir başkanı var Trabzonspor’un. Biri çıksın da bunun sağlıklı bir yapının görüntüsü olduğunu söylesin. Ancak gel gelelim, Trabzonspor’da özellikle şike sürecinde yönetim dahili ve haricinde ortada başkandan başka bir aktör görünmüyor. Başkan görevini bırakacak ya da muhtemel ve müstakbel bir kongrede yenilecek olsa yerine gelecek kişinin kim olabileceği ve malûm süreçte nasıl bir tavır takınacağı bilinmiyor.

Bu bilinmezlik hali insanları travmatik bir koruma hissine itiyor. Başkanın bazı yanlışlarını görmezden gelmeye, hâttâ ileri giderek bazı yanlış tutumların Türkiye şartlarında yanlış sayılamayacağını iddia etmeye başlıyorlar. Tabii ki illegal şeylerden söz etmiyoruz, yoksa başkanın en önemli özelliği kulübün üzerindeki büyük şampiyonluk baskısına rağmen şikeli sezonda pisliğe bulaşmamış olması. Kredisi de büyük ölçüde buradan geliyor.

Kısa keselim, yerimiz dar ve oynayamıyoruz. Trabzonspor yönetimi alternatifsiz olmamalıdır ve bize göre değildir de. Fakat Sadri Şener görevi başında bulunsun bulunmasın, farklı isimlerin artık kendilerini bir şekilde göstermeleri, ciddi bir(er) alternatif olduklarını ortaya koymaları gerekmektedir. Milyonlarca mensubu ve yetişmiş insanı bulunan bir camia alternatifsiz olur mu? 1989’da başkan adayı olmadan kongre yapmıştı bu kulüp, çeyrek asırda hiç mi bir şey değişmedi?

06.02.2013 Taraf

30 Ocak 2013 Çarşamba

Trabzon’da dereler bulanık akıyor



Trabzonspor’da Elazığ yenilgisi sonrası Güneş’in istifasıyla başlayan kaos yazıyı yazdığımız saatler itibariyle sürüyor ve kolay kolay bitecek gibi de görünmüyor. Güneş’in istifası, akıbeti belli olan hastanın yakınlarının bu akıbeti zihinlerinde sürekli ötelemelerinden dolayı yine de şok etkisi yaptı, feryat figan arşu âlâya yükseldi. Tecrübeli hoca, olmayan bir yönetime istifasını sundu, olmayan yönetim bu istifayı yıldırım hızıyla kabul etti ve yöresel bir türküde söylendiği gibi daha canı çıkmadan tabutu bağlandı. Yerine Tolunay Kafkas getirildi.

Beterin beteri misali, taraftar bu hazin sona üzülmeye doğru dürüst fırsat bile bulamadan daha sarsıcı bir haberle alt üst oldu. 1461’in iki değerli oyuncusu Rizespor’a satılmışlardı!.. Camia, 1461’de Trabzonspor efsanesinin başlangıç dönemini görüyor, hem nostalji yaşıyor, hem “bir daha neden olmasın?” diye umutlanıyor ve kendine bile itiraf edemese de Trabzonspor’un yerine onu koymaya hazırlanıyordu. En kötü ihtimalle orada sivrilen yetenekli gençlerin Trabzonspor’a faydalı olacağına kesin gözüyle bakıyordu.

Bir kulübün başarısı öncelikle yönetime bağlıdır ve teknik direktör kariyeri ne kadar parlak olursa olsun bir bağımlı değişkendir. Başarısız ve uyumsuz bir yönetimle asla başarılı olamaz. Güneş’in başını yakan da bu gerçek oldu bize göre. Tolunay Kafkas ya da bir başkasının da akıbeti farklı olmayacaktır. İşler rast giderse Türkiye Kupası kazanılabilir, kan değişikliği etkisiyle ligde de iç ferahlatıcı birkaç sonuç alınabilir. Ama hepsi o kadar. Şapkadan çıkacak hiçbir tavşan sadra şifa olmayacaktır.

Trabzonspor’un esas problemi yönetimdir. Travmanın etkisiyle gözden kaçtı sanırım. Güneş istifa etti, istifa kabul edildi. Kim tarafından? Yönetim kurulu acilen toplantı mı yaptı da bizim haberimiz olmadı? Ya da toplantı halinde kulakları kirişte istifayı mı bekliyorlardı?

Güneş’in hataları elbette vardır. Belki en büyük hatası da gücü olduğu halde yönetime karşı gerekli tavrı takınmayışıdır. Fazlaca alaturka bir tavır olsa da tatsız bir yenilgi sonrası Galatasaray teknik direktörü Fatih Terim’in basın toplantısında emrinde çalıştığı yönetime fena bozuk atması sonucu neler oldu hep birlikte gördük. Galatasaray yönetimi Terim’e “Maaşlı çalışanımsın. Haddini bil, yoksa bildiririm” dedi ya da diyebildi mi? Tabii ki diyebilirdi ama Türkiye pratiğinde bunun faydasından çok zararı olurdu kulübe.

Güneş de benzer bir tavır takınabilseydi yönetimi hizaya da sokardı, yapısını da değiştirebilirdi. Yapmadı ya da yapamadı. Sonuç ortada. Görevi başındayken sembol kişiliği ve efsane kimliğiyle yönetime kalkan olan Şenol Güneş artık yok ve 1461’in futbolcularını satar satmaz taraftar derhal yönetime yüklenmeye başladı. Artık istifa nidaları yükseliyor.

Trabzonspor camiası içinde kulübü sağlıklı bir şekilde yönetecek kişiler de vardır, en az Şenol Güneş kadar başarılı kılacak teknik direktör adayları da. Ve tabii futbolcular da. Hele bir sular durulsun bakalım.

30.01.2013 Taraf

22 Ocak 2013 Salı

Kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik…


Trabzonspor taraftarı bir yandan saha sonuçlarına üzülürken bir yandan da temiz futbol eylemlerini sürdürüyor. Bu süreçte Trabzon ve Trabzonspor çıkışlı değerli insanları da doğal olarak yanında görmek istiyor, hiç değilse sözlü olarak destek bekliyor. Fakat o insanlar her zaman taraftar gibi düşünmüyorlar. Geçen hafta Trabzonlu aydın kişi Sunay Akın ile efsane takımın unutulmaz futbolcularından Necati Özçağlayan’ın söz ve demeçleri taraftarın hayli canını sıktı. Sunay Akın, katıldığı bir televizyon programında kendisine sorulan bir soru üzerine kupa için hiçbir Fenerbahçelinin kalbinin kırılmasını istemediği mealinde ifadeler kullandı. Kelime kelime aklımda değil ama anlam olarak böyleydi.

Necati Özçağlayan da ulusal bir gazeteye yaptığı açıklamaların bir yerinde Trabzonspor ile Fenerbahçe’nin arasındaki gerginliğin kendisini rahatsız ettiğini ve artık bir şekilde bitirilmesi gerektiğini söylemiş. Sunay Akın’ın televizyonda yaptığı açıklamaların aksine bu bir yazılı metin; yani farklı şeyler söylenmiş de olabilir, haberi yapan cımbızlama yöntemiyle ince işçilik de çıkarmış olabilir. Bilemeyiz. Bildiğimiz, bu söylemlerin taraftarın ruh ikliminin çok uzağına düştüğüdür.

Necati Özçağlayan’ın beyanatını içeren habere kuşkuyla yaklaşıyoruz, bir üstteki paragrafta ifade ettiğimiz ihtiyat maddelerinden dolayı. Ancak yine de Trabzonspor taraftarının kendisinden beklediği açıklamalar bunlar değildir. Barış güzel şeydir, kaybedeni olmaz ama şartlar yerine gelecek de barış olacak. Baksanıza, Türkiye iç barışa çok yaklaştı ve inşallah artık kavuşacak. Onda da kaç denemeden sonra bu noktaya gelinebildi. Şartlar olgunlaştı çünkü.

Sunay Akın’ı ne yazık ki Trabzonspor taraftarı bugüne kadar fazla ciddiye aldı. Daha doğru bir ifadeyle sanatçı değil bilge gözüyle baktı. Hâlbuki sanatçı dediğin kişiden bilim adamı tutarlılığı beklenmemeli. Sanatçı savrulacak, yalpalayacak, kâh coşacak kâh çökecek, bazen saçmalayacak, bu arada bir şeyler üretecek. Horonun çıkışını Trabzon’un şehir merkezinden denize inen sokakların dik oluşuna, o dik sokaklardan aşağıya inen insanların yürüyüşüne bağlayan da kendisiydi. Ya horonun köy kültürü olduğunu ve Trabzon merkezde yakın zamana kadar hakir görüldüğünü bilmiyordu ya da bildiğini unutarak bir konuda fikir yürütmüş, yürüttüğü fikri de aynen kâğıda dökmüştü.

Bu noktada yine şu “topyekûn birlik-beraberlik” yanılgısına kavuşuyor yolumuz. Bir kesim bir konuda mücadele verirken, o konunun ilgilendirdiği herkesin mücadelenin içinde olmasını bekliyor. Boşuna beklemeyin, tarih böyle bir birlikteliği yazmadı bugüne kadar. “Konuyla ilgili her kesim mücadelenin içinde olmazsa başarı mümkün değildir” diye bir şey de yoktur. Fikir edinmek isteyen, Büyük Taarruz’daki asker sayısıyla aynı tarihlerdeki asker kaçağı sayısını kıyaslayabilir. İlkokul çağlarında zihin dünyamıza kazıldığı gibi Türkün ayranı kabarıp düşmanı kazma kürekle kovalamadı.

Ne oldu peki? Bir zahmet araştırıverin. Bakın bakalım kim ölmüş, kim nutuk söylemiş…

23.01.2013 Taraf

16 Ocak 2013 Çarşamba

Futbolda hakkaniyet olmazsa...


Sanırım 20 küsur yıl önceydi. Trabzon’da bir Fenerbahçe maçı sonrası galibiyeti kutlamak için sahaya giren seyirciler yüzünden bir arbede çıkmış, bir iki gün sonra mahallede sohbet ettiğimiz Fenerli bir arkadaş “bu heriflerin sahasını birkaç maç değil, bütün bir sezon kapatacaksın” diye ünlemişti.

Aradan geçti birkaç hafta, bu sefer Fenerbahçe kendi evinde Boluspor’la oynadı. Bolu’nun teknik direktörü de Şenol Güneş. Koltuklar dahil sahaya atılan yabancı maddelerden teknik direktörün kulübeden kafasını dahi çıkaramadığını gazetelerden okuyunca yine mahallede rast geldiğim aynı arkadaşa maçta ne olup bittiğini sordum. Gözleri parladı, “abi var ya, sahaya yağmur gibi yağ..

Gerisini yazmama lüzum yok. Sahaya atılan yabancı maddelerin miktar ve iriliğiyle taraftarın takımına duyduğu aidiyet arasında pozitif bir ilişki kuruyordu bizim naif ve beyefendi Fenerli arkadaş. Tabii bu durum Fenerbahçe söz konusu olursa geçerliydi, bu yalnız onların hakkıydı. Başka bir takımın taraftarları ancak kendilerini alkışlamakla yükümlüydü, o zaman bile “canım işte, şok yenilginin etkisiyle alkışladılar” diye aşağılayabilirlerdi.

Geçen pazar akşamı 1461 Trabzonspor-Fenerbahçe maçında da yine can sıkıcı görüntüler sahnelendi. Bizim bu tip hadiselere karşı tavrımızı bilen biliyor, anlatmaya ihtiyaç duymuyoruz. Fakat bir de ne görelim, 8 ay kadar önce İstanbul’un bir yerlerini savaş alanına çeviren, polis arabalarını alt üst eden, komisere bıçak çekenleri unutanlar pek bir rahatsız olmuşlar hadiselerden. Kınamalar, teessüfler…

Yerimiz dar, lafı uzatmayalım. İki ayrı lig, iki ayrı ülke kuracak halimiz yok. Yazının başında örnek verdiğimiz arkadaş gibi olanlardan başlamak üzere bütün Fenerbahçeli dostların hakkaniyet dairesine dâhil olmaları gerekmektedir, ülke futbolunun selameti için. Ülke futbolunun selameti diye bir dertleri olmayabilir. O zaman da temcit pilavını tekrar önünüze koymak zorundayız: Bu böyle gitmez, gitmeyecek. Türkiye’de gerçek anlamda bir rekabet ortamı oluşturulmaz ve ülke futbolu dünyayla rekabet eder düzeye gelmezse, hepimiz Barcelona, M. United, Liverpool, Milan vs. taraftarları olacağız. Bizim kuşak değilse bile çocuklarımız ve torunlarımız. İnanın, futbolla ilgili anılarımızı dinlemek bile istemeyecekler. O zaman kahrınızdan ölür müsünüz, ne yaparsınız bilmem. Şu 3-1’lik Macaristan galibiyetinin yıl dönümü kutlamaları bana çok komik geliyordu örneğin.

Dün bu topraklarda işlenen yanlışların günahını biz çekiyoruz, daha da çekeceğiz. Bugün görülmek istenmeyen gerçekler torunlarımızın utancı olmasın.

Ayrıca… Bu ülkede yabancı sermayeyi görünce cıyaklamak para etmiyor. Yarın yabancı takımların irtibat bürolarını, fan kulüplerini görmeye başlayınca da etmeyecek. Hiç kusura bakmayın. 

16.01.2013 Taraf

9 Ocak 2013 Çarşamba

Trabzon’a su verilmeli



Haliç’in İstanbul’un tarih, kültür ve sosyolojisindeki önemini anlatmaya gerek yok sanırım. Önemi azalmamıştı ama 20. asrın sonlarında ne hale geldiğini yaşı müsait olanlar hatırlar. Umut kesilmişti kendisinden. Kimse temizleyemez diye düşünülüyordu, hâttâ hepten toprakla doldurmayı teklif edenler bile çıktı. Eski belediye başkanı Bedrettin Dalan zamanında radikal bir dönüşümden geçti, epeyce bir şeye benzedi ama ne kokusu azaldı ne de tam olarak eski temizliğine döndürülebildi.

Geçtiğimiz aylarda medya ve kamuoyunun nedense pek dikkatini çekmeyen bir radikal değişim daha oldu Haliç’te. Boğaz’ın suyu Altın Boynuz’a bağlandı ve sirkülasyon problemi konusunda ciddi bir takviye yapılmış oldu.

Trabzon’da geçtiğimiz günlerde Trabzon Kürsüsü tarafından konuşmacı olarak Av. Erdem Egemen, Av. Hakan Orhan, Erdal Hoş, Mehmet Baransu ve Turgay Demir’in katıldığı “Şikenin 3 Temmuz’u” adı altında bir panel düzenlendi. Panele ilgi beklenenin hayli üzerinde gerçekleşti. Bu yüksek ilgi hem şaşkınlık hem de memnuniyetle karşılandı, çünkü şehir halkı panelin konusu olan hadise hakkında o güne kadar çok ilgisiz ve kayıtsız görünüyordu. Cumartesi günleri gerçekleştirilen ve 40 haftayı geride bırakan Temiz Futbol Eylemleri bile ilk olarak İstanbul’da start almış, ancak haftalar sonra Trabzon’da da düzenlenmeye başlanmıştı.

Birbirinden çok farklı gibi duran iki konunun bağlantısına gelince. Trabzon şehrinin de bu coğrafyadaki önemi birçoklarının malûmudur. (Bizzat Trabzonluların bile ciddi bir kesimi hâlâ şehirlerini “küçük ve şirin bir Anadolu kenti” diye biliyorlarsa da gerçek öyle değildir. Bunu başka bir yazıda tartışabiliriz.) Trabzon Haliç’ten tam tersi sebeplerle susuz kalmıştır, hayati faaliyetlerini sağlıklı bir şekilde devam ettirebilmesi ve eski tarihi misyonuna kavuşabilmesi için dışarıdan su verilmesi gerekmektedir. Bu su özellikle dışarıda yaşayan ve artık dördüncü kuşağa vardıkları halde Trabzonlu kimliklerinden asla vazgeçmeyen Trabzonlular tarafından seve seve şehre taşınacaktır. Son yıllarda gelişen ulaşım ve iletişim imkânları söz konusu suya mükemmel bir şekilde yataklık edecektir, etmeye de başlamıştır.

Eskiden Trabzonspor yönetimlerinde “Trabzon kanadı-İstanbul kanadı” diye iki kesim bulunur, bu kesimler arasında bir takım problemler zuhur ederdi. Bu durum şehirde kalanların dışarıya yabancı kalması, dışarıda yaşayanların da kendilerini ait hissettikleri şehre bir miktar yabancılaşması sebebiyle yaşanırdı. Ulaşım ve iletişim imkânları geliştikçe bu yabancı kalma-yabancılaşma olguları etkisini kaybedecek, şehirde var olan ruh ile dışarıdakilerin dinamizminin bir araya gelmesinden ortaya çıkacak sinerji tahmin bile edemeyeceğimiz sonuçlar doğuracaktır. Bir kenara not ediniz. 

09.01.2013 Taraf