8 Mayıs 2015 Cuma

İğneyi kendimize…





Türkiye’de futbol kulüpleri, İstanbul ve Anadolu kulüpleri diye iki ana başlık altında kategorize edilir ve Trabzonspor da Anadolu tarafında kalır. Bu kategorizasyon büyük bir yanılsamayı da beraberinde getirir:

Anadolu kulüpleri özelinden yola çıkılarak, Anadolu diye yekpare bir varlığın mevcut olduğu varsayılır. İstanbul karşısında mağdurdur, ihmal edilmiştir. Orada kutlu, temiz, namuslu insanlar yaşar, vergi istersiniz verirler, asker istersiniz verirler, zekidirler, çalışkandırlar. İstanbul’un ülkenin kaymağını yiyor oluşuna da sesini çıkarmaz, büyük bir çelebilikle kaderine razı olur, Yaşar gider. Vesaire…

Halbuki böyle bir durum yoktur ve İstanbul-Anadolu diye bir ayrım söz konusu değildir. Anadolu her şeyiyle İstanbul’dadır artık. Pastırmasıyla, sucuğuyla, etli ekmeğiyle, hemşehri dernekleriyle, milletvekilleriyle… Buna karşılık, Anadolu illeri kendi aralarında İstanbul’a olduklarından çok daha uzaktırlar. Örneğin bir Afyonlu, Urfalı, Erzurumlu İstanbul’a geldiği zaman hiç de yabancılık çekmez. Mutlaka bir akrabası vardır, hiç olmadı hemşehri dernekleri vardır. Ortalık da kendi yöresel mutfağının adını taşıyan lokantalardan, kebapçılardan geçilmez. Peki bu insanlar aynı şeyi bir başka Anadolu şehrinde bulabilirler mi? Örneğin Trabzon’da?

2002 seçimlerinin hemen öncesinde, milletvekili adayları belli olduğunda, televizyonda bir açık oturumu başladıktan bir süre sonra seyretmeye başlamıştım. Bir masanın etrafında bir sunucu ve üç tane konuk, tartışıyorlar. Birazdan anladım ki bu üç kişi, İstanbul’da en çok mensubu bulunan üç vilayetin derneklerinin başındaki insanlar. Rize, Kastamonu ve Sivas vilayetlerinin.

Sivaslı gayet müteessifane bir tavırla konuşmasını sürdürüyor ve diyor ki: “İstanbul’da bize hakkımız olan sayıda milletvekili verilmedi”. Bu ifade benim meramımı anlatmaya yeter de artar sanırım. Ne verilmemiş? Milletvekili? Nerenin milletvekili? İstanbul’un. Sen nerelisin? Sivaslı… Allah Allah… İstanbul neresi, Anadolu neresi şimdi, ayırdedebilen beri gelsin.

Geçen akşamki maçta olup bitenleri bu gerçeği göz önüne almadan sağlıklı bir şekilde anlayabilmek, değerlendirebilmek mümkün değildir. Trabzonspor’un hem kendileri gibi Anadolu kulübü olması, hem bunca yıldır şampiyonluktan uzak kaldığı halde hâlâ 4. büyük olarak tanınması, pastadan hâlâ arslan payı alıyor olması, Anadolu’lu “hemşehrilerimizi” çileden çıkarmaya yetip de artmaktadır. Yanlarında hakemlikle uzaktan yakından alakası bulunmayan bir zavallının da bulunması, onlara Trabzon gibi bir yerde rakip takımın futbolcularını saha içinde tekme tokat dövmeye kalkma cür’etini vermiştir. Acaba payitahtın herhangi bir stadında böyle bir şeye kalkışabilirler miydi efendilerine karşı?

Bu ilk değildir, temenni etmiyoruz ama zannediyoruz son da olmayacaktır. Bu ahval ve şerait içinde, kulüp başkanından en küçük taraftarına kadar Trabzonspor camiasının bütün mensuplarına büyük görevler düşmektedir.

Hakem maçı katletmiş olabilir. Geçen sene oynanan G.Saray-F.Bahçe maçını malûm şartlar altında oynatma becerisini, geçen akşam yarım dakika için gösterememiş de olabilir. Rakip takım futbolcuları sahada her türlü çirkefliği yapabilir. Rakip kulübün başkanı, bu topraklarda Ermeni nüfusun en yoğun bulunduğu coğrafyanın Sivas olduğunu ve 40 yıl önce meydana gelen Türkiye’nin en büyük futbol katliamının müsebbininin Sivaslılar olduğunu unutarak, canlı yayında milyonların gözü önünde “Arap-İsrail savaşı” gibi sonunun nerelere varabileceğini tahmin bile edemeyeceği korkunç laflar sarfedebilir. Sevgili İstanbul medyası, “Ahh, yine mi Trabzon! Yapmayın, etmeyin, bu size yakışmıyor” sinsiliğiyle Trabzonspor’un bir sezon daha devre dışı bırakılmasına, karambolde kimselere göstermeden bir tekme de kendisi vurmaya çalışabilir. Bunlar bilmediğimiz, beklemediğimiz, daha önce yaşamadığımız şeyler değil. Onlar değişmez, düzelmez.

Sahaya girip bir ya da birkaç kişi tokatlamanın, tekmelemenin bu dertlere deva olmayacağını, bize yol, su, elektrik, köprü, baraj, şampiyonluk olarak değil, bambaşka şeyler olarak döneceğini, kafatasının içinde işaret parmağının son boğumu kadar beyin taşıyan herkes bilir. Bilir de neden böyle yaparlar? Bu, yanlış yönde gelişmiş taraftarlık anlayışının en uç noktada tezahür etmiş halinden başka bir şey değildir. Bağırın, çağırın, tezahürat yapın, yeri göğü inletin, rakip takıma stadı zindan edin!.. Haydi, neden susuyorsunuz? Neden çekirdek yiyorsunuz? Ne biçim taraftarsınız? Yuh olsun size, tüh sizin kalıbınıza… Bağırmayan taraftar çektirsin gitsin…

Üzerinde bunca baskıyı gören taraftar, ne kadar ateşli, ne kadar öfkeli olursa, ne kadar kendini kaybederse o kadar iyi taraftar olacağını vehmediyor ister istemez. Yıllar önce İstanbul’da bir maçta, yanıbaşımda (hâşâ) Allah’a küfreden bir gafili uyarmaya kalkınca “Ben fanatiğim, küfrederim” cevabını almıştım. Taraftarlık böyle bir şeydi işte, kendini kaybedip küfür de edebilirdin (!) Eh, sahaya girip adam da dövebilirdin tabii…

Trabzonspor, her şeyi bir yana bırakıp iğneyi kendine batırmalı, bu taraftarlık problemini bir an önce çözüme kavuşturmalıdır. Kulüp yönetimi bunu tek başına başaramaz, hele mevcut yönetim hiç başaramaz. Fakat buna ön ayak olabilir. Trabzon şehri ve Trabzonspor’un bütün dinamiklerini harekete geçirmeye çalışabilir.

Söyleyeceklerimiz bitmedi ama çok uzadı, köşe yazısından çıkıp neredeyse aylık dergilerde filan yayınlanan makalelere döndü. Kısmetse devam ederiz.

14.08.2007 Günebakış gazetesi


20 Şubat 2014 Perşembe

61 bir tuzaktır...



Bir kaç sezondur devam eden 61. dakika gösterileri, bu sezon yönetimin de desteğiyle iyice kurumsallaştı diyebiliriz. Böylece ritüellerimize bir ritüel daha kattık, ancak hayırlı uğurlu olsun demekte hayli tereddütlüyüz. Tereddütlüyüz, zira Trabzon ve Trabzonspor'un il trafik kodundan üretilmiş suni bir kimliğe ne kadar ihtiyacı olduğu konusunda ciddi kuşkularımız mevcuttur.

Öteden beri Trabzon'un Cumhuriyet'le yapılan taksimatta bugünkü idari sınırlarına hapsedilmiş olduğunu savunur, Trabzon'a ait kültürel, tarihi ve sosyal değerlerin bugün Doğu Karadeniz adı verilen eski Trabzon'un ürünü olduğunu söyleriz. Vilayet sistemine geçilip, eyalet diyebileceğimiz bir coğrafya bir kaç parçaya bölünerek bir de o eyaletin ismi aynen vilayetlerden birine verilince önce pek de farkedilmeyen problemler çıkmıştır. Bunun son örneği de kolbastı tartışmalarıdır. Evet, kolbastı Trabzon'a aittir ama hangi Trabzon'a? Bugünküne değil, geçmişteki büyük Trabzon'a... İşte o zaman Doğu Karadeniz'de her yer Trabzon'du. Kimsenin "Yeni bir sistem gelse de bizi şu Trabzon'dan kurtarsa... Biz farklıyız" gibi bir düşüncesi de yoktu. Ne zaman ki yeni idari sisteme geçildi ve bölge parçalara ayrılıp her birine farklı bir trafik kodu verildi, işte o zaman işler karıştı.

61 vurgusu bu kadar sık yapılır, iyice kurumsallaştırılırsa en az Trabzonlular kadar Trabzonsporlu olan diğer bölge vilayetlerinden olan arkadaşlar ne düşünürler acaba? Belki doğrudan bir itirazda bulunmazlar, ancak onların da birer il trafik kodu olduğu, o kod numarasının sosyal kimliklerinde yazılı bulunduğu unutulmamalıdır. Nihayetinde arabaların arka camlarına sadece 61 yazılmıyor. Düşünün şimdi. Ordu'lu, Giresun'lu, Rize'li ya da Artvin'li bir Trabzonsporlu. Kendi şehir kimliğini önemsiyor ve sahip çıkıyor (ki bundan doğal bir şey yoktur), bu kimliğin bir unsuru da kendi trafik kodu olmuş. 52, 28, 53, 08, 29 her neyse... Gidiyor maça, 61. dakikada ortalık yıkılıyor. Belki kendisi de coşkuyla katılıyor bu kutlamaya. Katılıyor ama; acaba 61 rakamıyla kendisini ne kadar ilişkilendirebiliyor?

61. dakika kutlamaları, Trabzon'un tarihi coğrafyasından koparılıp bugünkü sınırlara hapsedilmesinin zımnen kabulünden başka bir şey değildir. Bölgeyi vilayetlere ayırıp, her birine farklı bir isim ve trafik kodu verilmesi, daha önce etle tırnaktan farksız oldukları halde zaman içinde farklı farklı kimliklere sahip oldukları şeklinde bir zanna itmiş, zaten değişen hayat şartları içinde kimlikler de birazcık farklılaşmıştır.

Devletin bir kararla değiştirebileceği, iptal edebileceği bir numara değil midir bu? Kültürel ya da sosyolojik bir yanı mı vardır? Şimdi Trabzon'un bir parçası da kanunla ayrılıp kendisine farklı bir plaka numarası verilse ne olacak? O yeni vilayet kendini Trabzon'dan ayrı mı sayacak? Şaşırmayın. Diğer Doğu Karadeniz vilayetleri Trabzon'dan ayrıldığında olan biten aynen buydu.

Daha fazla uzatmadan bu yanlışlık sona erdirilmelidir. Taraftar coşacaksa, takımı en üst perdeden destekleyecekse kronometrelerin Trabzon'u herhangi bir vilayet konumuna indirgeyen plaka numarasını göstermesine gerek yoktur.

03.02.2009-günebakış


15 Mayıs 2013 Çarşamba

Futbol ve ölüm


Geçen hafta sonu oynanan Fenerbahçe-Galatasaray maçı esnasında ve sonrasında yine üzücü hadiseler yaşandı. Hâlbuki bunların olmasını gerektirecek hiçbir gerekçe görünmüyordu ortada. Şampiyon geçen hafta belli olmuş, Galatasaray Saracoğlu’na şampiyon olarak gelmiş ve 14 yıldır olduğu gibi yine Fenerbahçe galip gelmişti. Herkesin mutlu olması lazımdı ama yine ortalık savaş alanına döndü. Maddi hasar hadi neyse, fakat gece yarısı gelen acı bir haber işin rengini değiştirdi. Fenerbahçe taraftarı genç bir delikanlı, bir Galatasaray taraftarı tarafından kalbinden bıçaklanarak öldürülmüştü.

Sonuncusu olması için dua ettiğimiz bu cinayet ne yazık ki ilk değil. Üstelik medyaya yansımadığı için kamuoyunun bilmedikleri de var, onlar da sadece düştükleri yeri yakıp gittiler.

Tabii olayın ayrıntılarına çok vakıf değiliz, ancak kulüp taraftarlığı yüzünden bir insanın canına kıymak hangi sebep ya da gerekçelerle açıklanabilir? 20 yaşındaki bir genç muhatabına ne yapmış, ne demiş olabilir ki –aralarında herhangi bir diyalog ya da ilişki olup olmadığını da bilmiyoruz- canından olmuştur?

Münferit gibi görünen hadiseyi biraz eşelediğimiz zaman, altından hayat mücadelesinde kendini yenik sayan problemli bir toplum yapısı çıkmaktadır. Bize göre futbol ve benzeri her türlü mücadele sporu kazanılması gereken bir savaştır. Şu ülkede futbolu sadece ya da öncelikle seyir zevki için seyreden kaç kişi vardır? Yıllar önce Fenerbahçe Fransa’nın Bordeaux takımını, Galatasaray da Polonya’nın Vidzew Lodz takımını elediği bir maçın (o zamanlar bu olağanüstü bir başarıydı tabii) hemen akabinde karşılaşmışlar, tansiyonu son derece düşük bir müsabaka olmuş, her iki takımın taraftarı da tribünde mutluluk şarkıları söylerken televizyondaki spikeri sıkıntı basmış ve rahatsızlığı iyice belli bir ses tonuyla “eskiden iki takım arasındaki maçlarda yer yerinden oynardı, şimdi öyle bir şey yok” diye hayıflanmıştı.

Eğer taraflar karşılıklı olarak barış mesajları verseler, birbirlerine jestler yapsalar, devlet de gerekli önlemleri almış olsa bu hadiseler yaşanmaz. Ama ne olur o zaman? Hayatta mağlup olan kitleler, futbolu galibiyet arayacakları bir alan olarak algılamazlarsa kendilerine başka ve belki de çok daha tehlikeli mecralar arayacaklardır. Sizin anlayacağınız, toplumun gazı futbol kanalıyla alınmakta, arada böyle bir ya da birkaç zayiat (!) da verilmektedir. O kadar olsundu artık, çok daha büyük zararlara uğramaktansa hem futbolun rantını devşirmek, hem dediğimiz gibi toplumun gazını almak çok daha kârlıydı.

Eh, devletin bekası için kundaktaki kardeşlerini Cennet’e yollayan bir gelenekten gele gele buralara geldik. Birkaç asırlık zaman diliminde alınan mesafe bir arpa boyu sayılmaz yine de. 

15.05.2013 Taraf

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Şehir ve Egemen


Geçen hafta sonu Süper Lig’de oynanan karşılaşmalardan sonra şampiyon belli oldu. Galatasaray 19. şampiyonluğuna ulaştı. Zaten beklenen bir şeydi ve geçen seneki aksiyon (!) sahneleri yaşanmadı, bir iki istisna dışında.

Derken, AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’in bir tweeti gündeme düştü. Şöyle diyordu sayın bakan: “Tebrikler Galatasaray Şampiyon Cimbom'luları kutluyorum. Bir İstanbul sevdalısı olarak şampiyonluğun şehrimizde kalmasına sevindim.”

Doğrusu biraz garip bir tweetti bu. Şampiyonluğun İstanbul’da kalacağı haftalar öncesinden belliydi. İstanbul dışına çıkmaya hiçbir zaman pek hevesli olmadığı da. Sonra İstanbul sevdalısı olmakla şampiyonluğun şehirde kalması arasındaki ilişki? Şampiyonluğa ambargo koymuş kulüplerin iddia ettikleri gibi 25’er milyon taraftarları varsa, bu taraftarların hepsi şehirde mi yaşıyordu? Anadolu’nun Trabzon hariç her vilayetinde şampiyonluk doyasıya kutlanıyordu her zaman.

Sayın bakan elbette bunları çok iyi bilirdi bilmesine de; onun muradı başkaydı. Şehremini olmayı düşündüğü İstanbul’a selam gönderiyordu o. İyi de hangi İstanbul’a? İstanbul’da taraftarlık fanatizmini bastıracak bir şehir aidiyeti var mıydı ki. Öyle bir şey olsa bu takımlardan biri şampiyon olduğunda diğeri neden şehrin bir taraflarını yakıp yıksındı? İstanbul diye bir şehir vardı, İstanbul sevdası da vardı ama ortada İstanbul’lu diye biri yoktu. Anadolu’da yaşayan ve İstanbul’u hayatında görmemiş İstanbul kulübü taraftarlarının da bu selamı üzerlerine almaları için hiçbir sebep yoktu. Dolayısıyla sayın bakanın selamı boşa gitmişti, hiç kusura bakmasındı.

Ülke futbolunun sahil-i selamete çıkması, gerçek anlamda rekabet ve kalitenin temin edilmesiyle mümkündü(r), bunu fırsat buldukça ifade etmeye çalışıyoruz. Ülke nüfusunun, ekonomisinin, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir şekilde bir bölgeye yığılmış olması pek çok alanda olduğu gibi futbolda da ülkenin dengesini bozmakta, ortaya sağlıklı bir yapının çıkmasına engel olmaktadır. Bunun için yurdun dört bir yanında cazibe merkezleri üretilmeliydi. Evet, Özal döneminden bu yana Anadolu sermayesi güçlenmiş ve o sermaye AK Parti’yi ortaya çıkarmıştır, AK Parti’nin de Anadolu’yu hepten boşladığı söylenemez ama onlar da ağırlığı zaten anormal derecede büyümüş İstanbul’a vermiştir.

Anadolu’ya göstermelik kabilinden yapılan birkaç yakışıklı stadyum ile ülke futbolunda gerekli ve yeterli rekabet ortamı tesis edilemez. Edilemeyince de Avrupa’da başarı maşarı elde edilemez. Bu sene olduğu gibi arada bir denk gelir, o kadar. Hep söylediğimiz gibi, üç vakte kadar da canım yurdumun dört bir yanında Avrupa kulüplerinin satış mağazalarını, irtibat bürolarını görmeye başlarız. Sanırım kimse hâlâ tehlikenin farkında değil. Sayın Bağış’ın hiç değil. Nasılsa futbol üzerinden olmasa başka şey üzerinden selam söyler seçmenlerine… 

08.05.2013 Taraf

16 Nisan 2013 Salı

Trabzonspor Trabzon’un her şeyi midir?


Trabzon ile Trabzonspor’un ilişkisi tartışma konusu olduğu zamanlarda bazen şu minvalde görüşler ileri sürülür: “Trabzonspor olmasa kimse Trabzon’un yerini bilmez, Trabzonspor Trabzon’un en önemli kurumudur, hâttâ Trabzonspor olmasa hava raporlarında Trabzon’un adı bile geçmez

Bu ve benzeri lafları, Trabzon ismi geçince otomatına basılmış gibi “ha uşak ha!” diyen herhangi bir yurdum insanı söylese o kadar önemsemeyeceğiz ama Trabzon adına kalem oynatan, kafa yorduğunu iddia eden, ne kadar eski Trabzonlu olduğunu ikide bir muhataplarının gözüne sokan değerli hemşehrilerimiz sarf edince olmuyor. Trabzonspor, geçmiş günün birinde uzay boşluğunun bilinmeyen bir yerlerinden kopup gelerek Trabzon şehrine düşmüş bir meteor değil,  şehrin binlerce yıllık tarihinde oluşmuş kültürün bir ürünüdür. Geçen yüzyılın başında Trabzon’da çalınan piyanonun, operada söylenen aryanın, denizden çekilen ağların, çeşme başında çalınan kemençenin, yaylada tepilen horonun, köyde pişirilen bazlamanın sonucu ve meyvesidir Trabzonspor. Anadolu deyince aklına Üsküdar ile Kadıköy’den gayrısı gelmeyen eski bir İstanbul kalecisinin zırvaladığı gibi 15 tane kaliteli futbolcu rast gele bir araya gelmiş ve başarılı olmuş değildir.

Şu sorulabilir:

Madem Trabzon tarih, kültür ve sanat şehridir; bu kültürün temsilcileri nerededir? Şehrin futbol ve Trabzonspor ile yatıp kalktığı, camia dışında herkesin şehri Trabzonspor ile tanıdığı yanlış mıdır?

Yanlış ve eksiktir. Bir kere sevgili yurdum insanı, Trabzon bir yana kaç şehrin yerini haritada tam olarak bilmektedir? Sonra Trabzonlu sanatçı (şair, ressam, müzisyen) sayısının şaşırtıcı rakamlarda olduğu bilinmiyorsa, bu toplumun sanatçı tanımının ciddi anlamda problemli olması ve bu coğrafyada sanat ile sanatçıya yeterli değerin verilmemesiyle alakalı bir şeydir. Trabzon tarih boyunca iddialı bir şehir olmuştur, iddiasını da popüler bir alanda yani futbolda yaptığı çıkışla ortaya koymuştur.

Trabzonlu aydınlar, önce Trabzonspor’a burun kıvırmaktan vazgeçmelidirler. Trabzonspor’un kendi başına bir şeyi engellediği yoktur. Ancak şöyle bir şey vardır: Şehrin futbol dışı alanlarda hamle yapması, daha müreffeh ve sosyo-kültürel anlamda daha iyi bir pozisyona gelmesi doğrudan ya da dolaylı olarak Trabzonspor’a da ciddi manada fayda sağlayacaktır. Bu karşılıklı bir sebep-sonuç ilişkisidir.

Toprağa bakarsanız, doğal gübreyle beslerseniz, muhtemel don olaylarına karşı tedbir alırsanız, tarla da size bol ve kaliteli ürün verir. “Yabani hayvanlar saldırıp talan ediyorlar” mı dediniz? Kusura bakmayın da bu yeni bir şey değil ki. Aklınız var, izanınız var. Tedbirinizi alın, mahsulünüzü korumanın yolunu bulun bir zahmet. Başkaları buldular ve sahil-i selamete çıktılar. Futboldan örnek bulamıyorsanız, futbol dışına bakın. Orada fazlasıyla göreceksiniz. 

17.04.2013 Taraf

10 Nisan 2013 Çarşamba

Ünal Aysal’ın unutmak istediği şey…

Olaylı Mersin İdman Yurdu maçından hemen sonra Galatasaray başkanı Ünal Aysal imzasıyla bir açıklama yapıldı. Kullanılan ifadeler sert olduğu kadar enteresandı da. Aceleyle mi kaleme alındı, ne oldu bilmiyoruz ama örneğin bir yerde şöyle bir cümle geçiyor:

“Tüm spor kamuoyu hissetmekte ve bilmektedir ki, artık unutmak istediğimiz çok yakın bir geçmişte kapalı kapılar ardında ve masa başında bugüne kadar birçok organizasyon yapılmış, bunu uygulamak üzere belli isimler görevlendirilmiş ve bu gayretler birçok kez de maalesef başarıya ulaşmıştır.”

Bir dakika. Sayın Aysal acaba neyi ve niye unutmak istiyor? Unutunca ne oluyor? Cümlenin geri kalanında tasvir edilen vehamete bakılırsa bu pek de öyle unutulacak bir şeye benzemiyor. Unutulduğu takdirde kendi kendine iyileşecek ya da bir daha tekerrür etmeyecek bir şeye hiç benzemiyor. Neyse, devam edelim bakalım:

Eşit rekabet ve adaletli yönetimler üzerine kurulmuş bir lige milyarlarca liralık yatırım yapan kulüpler, sponsorlar ve her şeyden önemlisi hayatının önemli bir bölümünü bu spora adamış futbolseverler için, OYUNUN ADALETSİZ OLDUĞU endişesinin ortaya çıkması, gerekli tedbirler derhal ve gecikmeden alınmaz ise, bütün spor sektörünü tehdit eder boyuta ulaşmak riski ile karşı karşıyadır.

Konuşmasındaki nezaheti görünce önümü ilikleyesim gelen sayın başkanın bu sözlerin altına imza atmış olduğuna inanmakta zorlanıyorum. Futbolsever için “OYUNUN ADALETSİZ OLDUĞU endişesi” yeni mi ortaya çıktı? Sayın Aysal o unutmak istediği yakın geçmişte neden bu tedbirleri gerekli görmedi de unutmayı tercih etti? Galatasaray geçen yıl şampiyon olmasaydı yine unutmak isteyecek miydi? Yok yok, Sayın Başkan son iki yılda olup bitenlerden tamamen bihaber olamaz, mümkün değil. O halde sanırım tecahül-i arif filan yapıyor. “Gerekli tedbirler” alınmakta çok gecikmiş olunmasın ayrıca? Baksanıza, Orduspor başkanı Nedim Türkmen herkesin ismini bildiği bir şahsın ortak dostları aracılığıyla takımını küme düşürmekle tehdit ettiğini iddia ediyor. 

Ne yazık ki bu coğrafyanın tercihi hemen her zaman “unutmak”tan yana olmuştur. O yüzden başımız dertten kurtulmuyor, kimse kusura bakmasın. Açıklamadan öyle anlaşılıyor ki Mersin İdman Yurdu maçı istedikleri gibi geçseydi hiç de hafızasını zorlamak zahmetinde bulunmayacaktı sayın başkan. Geçen yıl da Fatih Terim lig bitince bir şeyler söyleyecekti ama şampiyon olunca o da ne diyeceğini unutmayı tercih etti herhalde.

Sayın Aysal’ın derhal ve gecikmeden alınmasını ikaz ettiği gerekli tedbirler, Galatasaray kulübü gerekli iradeyi ortaya koysaydı çoktan alınır, yazının devamında altını çizdiği Türk futbolunun marka değerinin sıfırlanma tehlikesi pekâlâ bertaraf edilebilirdi. Fakat onlar tercihlerini tescil edilmemiş bir şampiyonluğun sahibi kadroyu yağmalamayı ve işlerine bakmayı tercih ettiler.

Şimdi de geleneksel şampiyonluk itiş kakışları başladı. Her şey unutulacak, Türkiye nefesini tutup son düdüğe kadar bu mücadeleyi seyredecek, raitingler ve tirajlar gelecek, biri “mutlu son”a ulaşacak, diğeri yarından tezi yok bomba transferler için kolları sıvayacak. Bu devran böyle dönüp gidecek. Bakalım nereye kadar…

10.04.2013 Taraf

27 Mart 2013 Çarşamba

Kendini çoğunluk sanan azınlığın hazin hikâyesi




Trabzonspor eski başarılarından gitgide uzaklaştıkça camia kafa yormaya ihtiyaç hissetti ve düşünmeye başladı. İlk aklına gelen şey de tabii ki “birlik ve beraberlik” kavramı oldu. İnanılan oydu ki Trabzon(spor)lular tek bilek, tek yumruk, tek ses, tek yürek olursa önlerinde kimse duramaz, eski parlak günler koşa koşa geri gelirdi. Fakat garipti, birlik ve beraberliği sağlamak bir yana kimse kimsenin aklını beğenmiyor, her kafadan bir ses çıkıyor, bir curcunadır gidiyordu. Takım saha içinde ya da masa başında açık bir haksızlığa uğradığında camia daha beter karışıyor, nasıl bir tepki vereceği konusunda bir türlü karar veremiyor ve her seferinde de sanki böyle bir şey ilk kez başına geliyormuş gibi afallıyordu.

Hâlbuki bu yeni bir şey değildi ve Trabzonspor en başarılı olduğu zamanlarda bile hâkim düzen tarafından sık sık itilip kakılıyordu. Fakat o zamanlar takım bütün zorlukların üstesinden gelebildiği için problem görünmüyordu ve saha dışında tepki vermek gerekmiyordu. Hakem nizami bir golü iptal ettiğinde takım nasıl olsa bir tane daha atıveriyordu.

Trabzon(spor)luların farkına varamadıkları en önemli gerçek, kendilerini ülkenin hâkim çoğunluğunun bir parçası sandıkları halde o hâkim çoğunluk tarafından basbayağı azınlık muamelesi gördükleriydi. Ülkede üç büyüklere endeksli bir sosyo-ekonomik düzen kurulmuştu, Trabzonspor da bu düzeni bozuyordu. Hem pastaya ortak olması istenmiyor hem de “ülkenin çimentosu, temel direği, inatçı, azimli, vatansever” vs. diye sırtı sıvazlanıyordu. Azınlık olmak zaten kendiliğinden getirdiği bir sürü olumsuz çağrışımın da etkisiyle kabul edilebilecek bir şey de değildi tabii Trabzon(spor)lular için. Bu yanılsama camiaya çok şey kaybettirmiş, çok pahalıya mal olmuştur.

Bu yanılsamayla bağlantılı olan bir başka olumsuz algı da mükemmeliyet psikolojisidir. Bu algıya göre Trabzonspor kutsal bir varlıktır, onu tercih etmek çok zor ama kutlu bir tercihtir, taraftar bu tercihi yaptığına göre kendisi de ayrıcalıklı bir insandır, öyleyse her düşündüğü ve her savunduğu mükemmeldir. Bu mükemmellik tanımına az da olsa uymayan herkes Trabzonsporluluk dairesinden çıkarılabilir, belki çıkarılması da hayırlı olacaktır. Tespit etmeye çalıştığımız bu ikinci yanılsama, Trabzonsporluların neden bir araya gelemiyor oluşunun cevabını en açık haliyle bize vermektedir. 

Trabzonspor’un, kendi yapısal ve kronik problemlerine köklü ve nihai çözümler üretebilmesi için kesinlikle bir azınlık psikolojisi oluşturması ve bütün planlarını ona göre düzenlemesi şarttır. Azınlık tanımının bütün ülke insanı gibi Trabzonluların da zihninde pek hoş çağrışımlar yapmadığı bir gerçektir. Fakat farklı bir örnek vermek gerekirse ülkeyi yöneten kesime de mutlu azınlık dendiği gözden kaçırılmamalıdır ve azınlık tanımının mutlaka olumsuz anlamda algılanması gerekmez.

Eğer bu psikolojik zemin temin edilebilirse Trabzonsporlular bir araya gelip takımlarına maksimum faydayı sağlayabilirler. Yoksa diğer rakiplerinden hem sayı hem de toplam güç itibariyle geride bulunurken, kaşının üstünde gözü olduğu için birbirinin yüzüne bakmayan kişi ve grupların tek başlarına Trabzonspor’u sahil-i selamete çıkarmaları mümkün gözükmemektedir. 

27.03.2013 Taraf