Türkiye’de futbol kulüpleri, İstanbul ve Anadolu kulüpleri
diye iki ana başlık altında kategorize edilir ve Trabzonspor da Anadolu
tarafında kalır. Bu kategorizasyon büyük bir yanılsamayı da beraberinde
getirir:
Anadolu kulüpleri özelinden yola çıkılarak, Anadolu diye
yekpare bir varlığın mevcut olduğu varsayılır. İstanbul karşısında mağdurdur,
ihmal edilmiştir. Orada kutlu, temiz, namuslu insanlar yaşar, vergi istersiniz
verirler, asker istersiniz verirler, zekidirler, çalışkandırlar. İstanbul’un
ülkenin kaymağını yiyor oluşuna da sesini çıkarmaz, büyük bir çelebilikle
kaderine razı olur, Yaşar gider. Vesaire…
Halbuki böyle bir durum yoktur ve İstanbul-Anadolu diye bir
ayrım söz konusu değildir. Anadolu her şeyiyle İstanbul’dadır artık.
Pastırmasıyla, sucuğuyla, etli ekmeğiyle, hemşehri dernekleriyle,
milletvekilleriyle… Buna karşılık, Anadolu illeri kendi aralarında İstanbul’a
olduklarından çok daha uzaktırlar. Örneğin bir Afyonlu, Urfalı, Erzurumlu
İstanbul’a geldiği zaman hiç de yabancılık çekmez. Mutlaka bir akrabası vardır,
hiç olmadı hemşehri dernekleri vardır. Ortalık da kendi yöresel mutfağının
adını taşıyan lokantalardan, kebapçılardan geçilmez. Peki bu insanlar aynı şeyi
bir başka Anadolu şehrinde bulabilirler mi? Örneğin Trabzon’da?
2002 seçimlerinin hemen öncesinde, milletvekili adayları
belli olduğunda, televizyonda bir açık oturumu başladıktan bir süre sonra
seyretmeye başlamıştım. Bir masanın etrafında bir sunucu ve üç tane konuk,
tartışıyorlar. Birazdan anladım ki bu üç kişi, İstanbul’da en çok mensubu
bulunan üç vilayetin derneklerinin başındaki insanlar. Rize, Kastamonu ve Sivas
vilayetlerinin.
Sivaslı gayet müteessifane bir tavırla konuşmasını
sürdürüyor ve diyor ki: “İstanbul’da bize hakkımız olan sayıda milletvekili
verilmedi”. Bu ifade benim meramımı anlatmaya yeter de artar sanırım. Ne
verilmemiş? Milletvekili? Nerenin milletvekili? İstanbul’un. Sen nerelisin?
Sivaslı… Allah Allah… İstanbul neresi, Anadolu neresi şimdi, ayırdedebilen beri
gelsin.
Geçen akşamki maçta olup bitenleri bu gerçeği göz önüne
almadan sağlıklı bir şekilde anlayabilmek, değerlendirebilmek mümkün değildir.
Trabzonspor’un hem kendileri gibi Anadolu kulübü olması, hem bunca yıldır
şampiyonluktan uzak kaldığı halde hâlâ 4. büyük olarak tanınması, pastadan hâlâ
arslan payı alıyor olması, Anadolu’lu “hemşehrilerimizi” çileden
çıkarmaya yetip de artmaktadır. Yanlarında hakemlikle uzaktan yakından alakası
bulunmayan bir zavallının da bulunması, onlara Trabzon gibi bir yerde rakip
takımın futbolcularını saha içinde tekme tokat dövmeye kalkma cür’etini
vermiştir. Acaba payitahtın herhangi bir stadında böyle bir şeye
kalkışabilirler miydi efendilerine karşı?
Bu ilk değildir, temenni etmiyoruz ama zannediyoruz son da
olmayacaktır. Bu ahval ve şerait içinde, kulüp başkanından en küçük taraftarına
kadar Trabzonspor camiasının bütün mensuplarına büyük görevler düşmektedir.
Hakem maçı katletmiş olabilir. Geçen sene oynanan
G.Saray-F.Bahçe maçını malûm şartlar altında oynatma becerisini, geçen akşam
yarım dakika için gösterememiş de olabilir. Rakip takım futbolcuları sahada her
türlü çirkefliği yapabilir. Rakip kulübün başkanı, bu topraklarda Ermeni
nüfusun en yoğun bulunduğu coğrafyanın Sivas olduğunu ve 40 yıl önce meydana
gelen Türkiye’nin en büyük futbol katliamının müsebbininin Sivaslılar olduğunu
unutarak, canlı yayında milyonların gözü önünde “Arap-İsrail savaşı”
gibi sonunun nerelere varabileceğini tahmin bile edemeyeceği korkunç laflar
sarfedebilir. Sevgili İstanbul medyası, “Ahh, yine mi Trabzon! Yapmayın,
etmeyin, bu size yakışmıyor” sinsiliğiyle Trabzonspor’un bir sezon daha devre
dışı bırakılmasına, karambolde kimselere göstermeden bir tekme de kendisi vurmaya
çalışabilir. Bunlar bilmediğimiz, beklemediğimiz, daha önce yaşamadığımız
şeyler değil. Onlar değişmez, düzelmez.
Sahaya girip bir ya da birkaç kişi tokatlamanın,
tekmelemenin bu dertlere deva olmayacağını, bize yol, su, elektrik, köprü,
baraj, şampiyonluk olarak değil, bambaşka şeyler olarak döneceğini, kafatasının
içinde işaret parmağının son boğumu kadar beyin taşıyan herkes bilir. Bilir de
neden böyle yaparlar? Bu, yanlış yönde gelişmiş taraftarlık anlayışının en
uç noktada tezahür etmiş halinden başka bir şey değildir. Bağırın, çağırın,
tezahürat yapın, yeri göğü inletin, rakip takıma stadı zindan edin!.. Haydi,
neden susuyorsunuz? Neden çekirdek yiyorsunuz? Ne biçim taraftarsınız? Yuh
olsun size, tüh sizin kalıbınıza… Bağırmayan taraftar çektirsin gitsin…
Üzerinde bunca baskıyı gören taraftar, ne kadar ateşli,
ne kadar öfkeli olursa, ne kadar kendini kaybederse o kadar iyi taraftar
olacağını vehmediyor ister istemez. Yıllar önce İstanbul’da bir maçta,
yanıbaşımda (hâşâ) Allah’a küfreden bir gafili uyarmaya kalkınca “Ben
fanatiğim, küfrederim” cevabını almıştım. Taraftarlık böyle bir şeydi işte,
kendini kaybedip küfür de edebilirdin (!) Eh, sahaya girip adam da dövebilirdin
tabii…
Trabzonspor, her şeyi bir yana bırakıp iğneyi kendine
batırmalı, bu taraftarlık problemini bir an önce çözüme kavuşturmalıdır.
Kulüp yönetimi bunu tek başına başaramaz, hele mevcut yönetim hiç başaramaz. Fakat
buna ön ayak olabilir. Trabzon şehri ve Trabzonspor’un bütün dinamiklerini
harekete geçirmeye çalışabilir.
Söyleyeceklerimiz bitmedi ama çok uzadı, köşe yazısından
çıkıp neredeyse aylık dergilerde filan yayınlanan makalelere döndü. Kısmetse
devam ederiz.
14.08.2007 Günebakış gazetesi