- İyi günler. Yarın saat iki otobüsünde Trabzon'a
bilet....
- Yok!
Afallamıştı. Bu diyaloğu son birkaç dakika içinde defalarca
yaşamıştı çünkü... Adamın ses tonu ve konuşma tarzından anlaşıldığına göre, o
da bu sorudan bıkmıştı.
"Bir de Panteroğlu'nu arayayım" dedi kendi
kendine... "Rahmetli Dedem hep onunla gider gelirdi... Hey gidi..."
Farkeden bir şey olmamış, aynı diyalog bir kez daha
tekrarlanmıştı. Müthiş canı sıkılmıştı, çünkü bir miras meselesinden dolayı
yarın mutlaka Trabzon'a gitmesi gerekiyordu. İş yerinde izin problemi yaşamamak
için de bu seyahati hafta sonuna denk getirmeyi uygun görmüştü.
Anlaşılır gibi değildi. Neler oluyordu? Fındık ya da çay
zamanı değildi. Bayram seyran hiç değildi. Okullar da tatil olmamıştı. Neyin
nesiydi o zaman bu aşırı yoğunluk?
Son telefondan da aynı cevabı alınca can sıkıntısı daha da
artmış, "Acaba bir de hava yollarını mı arasam?" diye mırıldanmış ama
henüz telefonu kapatmadığı için karşıdan gelen "abi, uçaklarda hiç yer
yok, boşuna arama" sesiyle irkilmişti.
-Yahu kardeşim ne var Trabzon'da Allah'ını seversen! diye
feryat etti bizimki. Halet-i ruhiyesinin bozukluğu nedeniyle ses tonu bir hayli
yüksek kaçmıştı ama karşıdaki böyle şeylere alışıktı anlaşılan. Kısa bir
sessizlikten sonra:
- Abi bu hafta sonu Trabzonspor'un derbi maçı var ya...
Ondan bu kalabalık.
- Ne olmuş derbi maçı varsa?
- Öyle deme abi. Sen epey zamandır Trabzon'a gitmiyorsun
herhalde. Son birkaç yıldır garip şeyler oluyor. Trabzonspor'un önemli maçları
öncesinde otobüs yetiştiremiyoruz. Üstelik, bu sadece önemli maçlarda böyle
olmuyor. Sıradan maçlar öncesinde bile buradaki yoğunluk hissedilir derecede
artıyor. Öyle zamanlarda ek seferlerle idare ediyoruz ama böyle günlerde ek
sefer filan para etmiyor.
Teşekkür edip telefonu kapattı ve düşünmeye başladı. Sahi,
bu hafta sonu Trabzonspor’un kendi sahasında şampiyonluk yolunda ciddi
rakiplerinden biriyle önemli bir maçı vardı ama kafası miras meselesiyle meşgul
olduğu için unutmuş gitmişti işte… Zaten Trabzonluydu ama Trabzonspor’u
tutmuyordu. Küçük yaşlarda ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşmiş, orada
büyümüştü. Çok sevdiği, saydığı bir ağabeyinin telkinlerinin de etkisiyle
İstanbul kulüplerinden birine gönlünü kaptırmış, Trabzonlu olmak ile
Trabzonspor’u tutmak arasındaki ilişkinin önemini idrak ettiği zaman da artık
iş işten geçmişti.
Trabzonlu olmaktan elbette gurur duyuyor, bunu her türlü
ortamda da dile getirmekten çekinmiyordu. Trabzonspor konusu da aslında ara
sıra canını sıkmıyor değildi. Hatta Trabzonlu olmayıp da Trabzonsporlu olanları
gördükçe yüreği daralıyor, ruhunu hafakanlar basıyordu. O zamanlarda “Canım ne
alakası var şimdi? O ayrı bu ayrı” deyip çıkıyordu işin içinden ama bir türlü
tam olarak rahat olamıyordu. Bu problematik durumla birlikte yaşamaya alışmıştı
iyi kötü. Hayatta her problem çözülecek diye bir şart yoktu ya…
Evet, Trabzonspor’un bu hafta sonu önemli bir maçı vardı.
Vardı ama, daha sezonun ortasıydı. Bu şampiyonluk düğümünün çözüleceği bir maç
değildi. O halde Trabzon’a bu akın neyin nesiydi? İşte tam bu anda, Trabzonspor
taraftarında son birkaç yılda bazı büyük değişiklikler meydana geldiğini
hatırladı. Artık Trabzonspor kendi sahasındaki hiçbir maçı boş tribünlere
oynamıyor, takım galip gelsin gelmesin seyircinin desteği hiç eksilmiyor; eksilmediği
gibi istenmeyen bir sonuç alındığında futbolcular daha bir bağırlara basılıyor,
maçtan sonra tribünlere çağırılıp alkışlanıyor, teselli edici tezahüratlar
yapılıyordu. Hatta bu da yetmezmiş gibi, sonraki günlerde antrenmanlarda moral
ziyaretleri yapılıyor, baklavalar ikram ediliyordu. Futbolcular da her fırsatta
Trabzonspor’da oynamanın büyük bir zevk olduğunu, bu taraftara layık olabilmek
için ellerinden geleni yaptıklarını söylüyorlardı. Nitekim, Trabzonspor iki yıl
önce şampiyonluğu son maçta son dakikada bir penaltının gole çevrilememesi
sonucu kaybettiği zaman, akıllara durgunluk veren olaylar olmuş, maç biter
bitmez tribünlerden bir alkış tufanı kopmuş, sahaya inen seyirciler penaltıyı
kaçıran futbolcuyu omuzlarında taşımışlardı.
Gazetelerine “Trabzonspor tamamdır, buraya kadar… Artık
dağılma süreci başlamıştır…” gibi yazılar göndermeye hazırlanan İstanbul
medyası yazarları, bu manzara karşısında ne yapacaklarını bilememiş, abuk subuk
şeyler yazmışlardı. Sonraki günlerde camiada öyle aman aman bir moral bozukluğu
gözlenmemiş, hiçbir as oyuncu kulüpten gitmek istememiş, tam aksine bu
futbolcularla yapılan transfer görüşmeleri en fazla bir iki saatte sonuçlanmış,
üstüne üstlük dış transferde de hiç zorluk çekilmeden istenen her oyuncu takıma
kazandırılmıştı. Geçen yıl da, geçmişte bir sefer başa gelen dağılma süreci bu
kez gerçekleşmemiş, Trabzonspor kadrosunu koruduğu gibi, takviye transferler de
yapmış ve sezon sonunda şampiyonluk ipini göğüslemişti.Öyle ya, her maçın bir
festival havasında geçtiği bir ortamda kim futbol oynamak istemezdi? Bu öyle
bir ortamdı ki, Trabzonsporlu futbolcular için büyük bir itici güç olduğu gibi,
rakip futbolcuların üzerine bir felaket gölgesi gibi çöküyordu. Hayır, hayır,
sahaya taş, şişe, bıçak yağdığı yoktu. Hatta uzun süredir Trabzonspor
tribünlerinde küfürlü tezahürat da duyulmaz olmuştu. Fakat, tribündeki
seyirciler, Türkiye’nin başka stadlarında hiç de alışık olunmayan tezahürat
şekilleri sergiliyorlar, kendi takımlarını olağanüstü motive ederken, rakip takım
futbolcularının konsantrasyon ve ritmlerini son derece olumsuz etkiliyorlar,
hakem de bu sürrealist ortamdan ister istemez etkileniyor ve kolay kolay
Trabzonspor aleyhine düdük çalmıyor, çalamıyordu.
Aslında taraftarın yaptıklarının çoğu bilinmeyen şeyler
değil, Avrupa stadlarında eskiden beri görülen organizasyonlardı. Örneğin,
rakip takım aut atışı kullanırken, hep bir ağızdan bir kelimeyi uzatarak
bağırıyorlardı… Maç devam ederken, birden bütün stadı ölüm sessizliği kaplıyor,
hakemin tartışmalı bir kararında ise bütün taraftarların birden ayağa kalkıp
protestoya başlamasıyla bu ölüm sessizliği kulakları sağır eden bir gök
gürültüsüne dönüşüyor, rakip futbolcular ve hakemin yüzlerindeki panik hali
kameralara bile yansıyordu. Adamlarda konsantrasyondan, ritmden eser kalmıyordu
haliyle… Trabzon deplasmanı en zor deplasmandı artık, antik çağda olduğu
gibi…
Saha dışında da değişmişti Trabzonspor taraftarı. Trabzon’a
deplasmana gelen rakip kulüp taraftarları, son derece sıcak bir ilgiyle, çiçek
ve alkışlarla karşılanıyor, etki-tepki kuralından dolayı olacak, karşı taraf da
buna döner bıçaklarıyla, taşla, sopayla karşılık veremiyordu. Hatta bir iki
sefer böyle bir şeye yeltenecek olmuşlardı da, karşılık görmeyince bütün
Türkiye’ye rezil olmuşlar, hatta İstanbul medyası bile bu durumu görmezden
gelememiş ve kınamak zorunda kalmıştı. İlk bir iki gün medya buna duyarsız gibi
kalınca anormal şeyler olmuş, bütün gazete ve televizyonların iletişim
kanalları kilitlenmiş, özellikle yayıncı kuruluşun telefonlarına binlerce
üyelik iptali başvurusu yapılmış ve sonunda bütün medya kuruluşları tavır
değiştirerek yapılan “vahşi ve ilkel saldırıyı” kınayan bir sürü program ve
yazı yayınlamışlardı.
Öte yandan, Trabzonspor medyada eskisinden çok daha fazla
yer alıyordu. Başkan ve yöneticiler, sık sık televizyon programlarına çıkıyor,
uzun uzun konuşuyorlar, yaptıklarını ve yapacaklarını rahat rahat
anlatabiliyorlardı. Trabzonsporlu futbolculara eskisi gibi transfer teklifi
yapılıyordu yapılmasına ama hem Trabzonspor artık eskisi gibi maddi
problemlerle boğuşmayıp futbolcularına daha iyi paralar verebiliyordu, hem de
futbolcular yukarıda tasvir edilmeye çalışılan ortamı bırakıp gitmek
istemiyorlardı. Başka kulüplerde en ufak bir tökezlemede dünyanın başlarına
yıkılacağını biliyorlardı elbet.
Yayıncı kuruluş, Trabzonspor’un maçlarını yayınlamakta
eskisi gibi nazlanmıyor, maç içerisinde meydana gelen hakem hataları ayrıntılı
bir biçimde inceleniyor, eğer hakemin kararı Trabzonspor aleyhine olmuş ve
yorumcular tarafından haklı bir karar olarak görülmüşse bile, bu durum “Trabzonsporlu
taraftarlar lûtfen kusura bakmasınlar ama…” gibi özür diler cümlelerle
açıklanıyordu.
Trabzonspor’un iki yıl önceki kongresi de son birkaç kongre
gibi muhteşem bir organizasyona sahne olmuştu. Onbinlerce insan oy kullanmak
için Trabzon’a akmış, şehirde birkaç gün karnaval havası esmiş, iki aday
listeleriyle dostça yarışmış ve sonuçta bir tanesi kazanmıştı. Kazananı ilk
tebrik eden rakibi olmuş, sıcağı sıcağına yaptığı konuşmada, “Artık başkanımız
odur. Bize düşen, Trabzonsporumuz’un menfaatleri için kendisine destek olmaktır”
demişti.
Bu büyük değişim elbette dikkatleri çekmiş, sosyolog ve
gazeteciler tarafından incelenmeye başlanmış ama bir türlü nasıl gerçekleştiği,
ne zaman ve nerede başladığı anlaşılamamıştı. Medyada kaç kez yönetici,
futbolcu ve taraftarlara tuzak sorular vasıtasıyla bu gelişmenin nasıl
gerçekleştiği sorulmuş ama hiçbir seferinde doğru dürüst bir cevap
alınamamıştı. Görünüşte hiç kimse bilmiyordu bunun sebeb-i hikmetini… Veyahut
biliyorlar da söylemiyorlardı. Gerçi Trabzonspor camiası’nda böyle sebepsiz
gibi görünen garip olaylar dizisi olmamış değildi geçmişte… Bütün bir Türk
futbol kamuoyu, vakt-i zamanında ufacık bir Anadolu şehrinin mütevazi kulübünün
ardı ardına şampiyonluklar elde etmesini, kupalara ambargo koymasını,
İstanbul’un üç “büyük” kulübünü dize getirmesini de uzun süre anlamakta zorluk
çekmişti. Öyle ya, onların zihniyetine göre bu işler sadece maddi güçle, yani
“para” ile oluyordu. “Bunlar”da para olmadığına göre, nasıl gerçekleşmişti
bunca olup biten şey?
“Sayın yolcularımız, otobüsümüz yarım saat yemek ve ihtiyaç
molası vermiştir…”
Bu ses de neydi? Ne otobüsü? Ne molası? Burası da neresiydi?
Rüya mıydı o olup bitenler?
Kısa süre sonra kendine geldi. Evet, otobüsle Trabzon’a
gidiyordu ve yorgunluktan dalıp gitmiş, rüya görmüştü. Fakat ne biçim rüyaydı o
öyle? Muhteşem bir Trabzonspor portresi ve fakat kendisi bir İstanbul kulübü
taraftarı! İstanbul kulübü taraftarı olacağına, ölürdü daha iyiydi! Nereden
zihnine yer etmiş de rüyalarına kadar girmişti? Trabzon’a da rüyasında gördüğü
gibi miras meselesi yüzünden değil, önemli bir maç için gidiyordu. Hem de çok
önemli bir maç… Acı dolu yıllardan sonra, kendine bile söylemeye çekinir
olmuştu ama bu bir şampiyonluk maçıydı işte… Eğer kazanırsa Trabzonspor bu sene
şampiyon olacaktı. Gerçi henüz Trabzonspor camiası o rüyasında gördüğü kıvama
gelmemişti, “şampiyonluk hâlâ herşey demek”ti. Bu sene de şampiyonluk elden
kaçarsa…
Öfff… Düşünmek bile istemiyordu böyle bir ihtimali… Trabzonspor’un
böyle kritik maçları her seferinde kaybettiğini söyler dururdu babası… Ta 2.
Lig’deyken bir PTT maçı oynanmış, bir beraberlik bile yetiyormuş ama yenilmiş
ve o sene 1. Lig’e çıkamamış Trabzonspor…
O arka arkaya şampiyonlukların geldiği dönemden çok sonraki
yıllarda, uzun süre sonra yeniden şampiyonluğa çok yaklaşılmış, yine beraberlik
halinde şampiyon olunacakken, kendi sahasında F.Bahçe'ye 2-1 mağlup olarak
rakibine şampiyonluğu kaptırmıştı. İşte bu maç, tam bir kırılma noktası olmuş,
sonraki yıllarda camia kelimenin tam anlamıyla bunalıma girmiş, fakat 4 yıl
sonra yine anlaşılmaz bir şeyler olmuş, ilk zamanlarında “büyük başkan” sıfatı
taşıyan ama son yıllarda kulübü uçuruma sürükleyen bir şahıs delege iradesiyle
devrilmişti. Daha sonraki yıllarda ise…
“Panteroğlu Seyahat’in sayın yolcuları…” sesi, onu daldığı
geçmişte yaptığı düşünce turundan ayırmıştı… Mola süresi bitmiş, otobüs yeniden
yola koyulmaya hazırlanıyordu. Böyle gerilimi yüksek zamanlarda sıkça başına
gelirdi bu. Kah rüya görür, kah hülyalara dalardı. Acaba bütün Trabzonspor
taraftarları böyle miydi? Öyleyse, acaba ondan mı geçmiş ayağına dolanıp
duruyordu bu camianın? Başka kulüplerin de başına böyle şeyler gelmiyor
değildi. Fakat onlar böyle yıkılmıyorlardı…
Hah! İşte Samsun’a yaklaşmışlar, Karadeniz’in o efsunlu
mavisini görmüşlerdi… Bu ne güzel bir duyguydu Yarabbi! Anadolu Bozkırı’ndan
Samsun’a indiğinde, bu eşsiz manzarayı görüp de kendinden geçmek… Sırf bunun
için, evet sırf bu duyguyu yaşamak için memlekete giderken hep karayolunu
tercih ediyordu.
Sonraki saatler, tam bir duygu karmaşasıyla geçti… Trabzon’a
yaklaştıkça heyecandan ne yapacağını bilemiyor, uyumaya çalışıyor ama şoförün
ilk fren darbesiyle yerinden zıplıyor ve içinden “Öfff… Daha gelmedik mi?” diye
söyleniyor, bazen uyumaya çalışmakla Karadeniz’i ihmal ettiğini düşünüp
suçluluk duygusuna kapılıyor, bir süre deniz tarafına baktıktan sonra yeniden
hesap yapmaya başlıyordu, “Ortalama şu kadar hızla gidiyoruz, o halde…”
Nihayet Trabzon’una kavuştu… Kendini bir an önce Avni Aker’e
atmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Arkadaşları onu orada bekleyeceklerdi.
Kısa bir telefon trafiğinden sonra arkadaşlarıyla buluşup stada girdiler.
Eskisi gibi zor olmuyordu artık maçlara girmek, şampiyonluk maçı bile olsa…
Kendilerine ayrılmış yerlere oturdular. Stad neredeyse tamamen dolmuştu ve öyle
görünüyordu ki, maç başlayana kadar boş yer kalmayacaktı. Bu işler öyle
mazideki gibi olmuyor, herkes biletini önceden alıyor, maç başlamadan kısa süre
önce bile gelse kendi yerine oturabiliyordu. O kargaşa yılları geride kalmıştı.
Fakat, bu sessizlik de neyin nesiydi? Trabzonspor seyircisi, son yıllarda bir
hayli mesafe katetmişti ama o rüyasında gördüğü kadar değildi tabii. “İster
misin şimdi bu seyirci maç başlar başlamaz birden ortalığı yıkmaya başlasın?
Yok canım, nerede?”dedi kendi kendine…
İşin en zor kısmı, yani stada girdikten sonra maç saatini
bekleme aktivitesi de hayırlısıyla sona ermiş, takımlar sahaya çıkmış ve son
hazırlıklarını yapıyorlardı. Seyircide gene fazla bir hareketlenme göze
çarpmıyordu. Allah Allah… Şampiyonluk maçıydı bu yahu! Bu kadar heyecansızlık
olur muydu? Belki de inanamıyorlardı şampiyonluğa… Bu bir rüya zannediyorlardı…
Aman canım, abartmanın da lüzumu yoktu… İşte sahada kanlı canlı bir maç
başlamak üzereydi. Başladı…
O da ne? Aman Allahım!.. Şiddetli bir depremin dipten yavaş
yavaş yükselen o tüyler ürpertici uğultusu gibi bir gürültü, gelmiş Avni
Aker’in üstüne karabasan gibi çökmüştü. Kulakları sağır eden bir tezahürat
vardı tribünlerde… Şaşırmıştı bizimki… Trabzonspor’un gerek bu stadda, gerekse
deplasmanlarda pek çok maçına gitmişti ama ilk kez böyle bir şeye şahit
oluyordu… Şaşkınlığı fazla sürmedi, o da katıldı bu gerçeküstü senfoniye… Onun
şaşkınlığı fazla sürmemişti ama rakip takım bu şoku o kadar kolay atlatamamış,
uzun süre bocalamıştı. Ne olduğunu anlayana kadar 3-4 tane gol pozisyonu
görmüşlerdi kalelerinde… Fakat gol gelmemiş, direkler ve kalecinin parmak
uçları galibiyet sayısına engel olmuşlardı. Bu süreç bir süre sonra duruldu. Ne
oluyordu? Zihninde flaşlar arka arkaya patlamaya başladı: PTT maçı… 96 Mayısı…
Hami’nin frikikleri… Rüştü’nün devleşmesi… Sarılı bir kafa… Aykut Kocaman…
Metin Tokat… Ali Şen… O meşum sis… Bordo-mavili bir tabut...
Hayır, buna izin vermeyecekti… Bir sağına baktı, bir de
soluna… Bir de dönüp arkaya doğru… Hipnotize olmuş gibi duran binlerce kafa…
Kırpılmadan sahaya bakan binlerce çift göz… Avazı çıktığı kadar haykırdı:
-Bağırsanıza ulan!!!
Haykırmaz olaydı… Sanki onu bekliyorlardı. O maçın başındaki
gürültü çok daha büyük bir şiddetle gelmiş, yer gök inlemeye başlamıştı.
Sahadaki takım da seyirciyle birlikte gayrete gelmesin mi? Yeniden ardı ardına
gol pozisyonları başladı. Yok, olmuyordu… Devleşen kaleci, direkler, çizgiden
çıkarılan toplar… Fakat olacaktı bu sefer, olmalıydı… Maçın sonları yaklaştı
ama inancı bitmemişti. Hissediyordu, bu maçı ve şampiyonluğu kazanacaktı
Trabzonspor... Artık uzatma dakikaları yaklaşmış ve Trabzonspor korner atışı
kazanmıştı… Korner kullanıldı… İki takımın futbolcuları birlikte kafaya
çıktılar… Seken top boşta kaldı… Ve yetişen bir Trabzonsporlu futbolcu bütün
gücüyle topa asıldı… …………………
Kendini birkaç sıra aşağıda bulmuştu… Ortalık ana baba
günüydü… Topu ağlarda gördüğü anı hayal meyal hatırlıyordu, o kadar… Olanca
gücüyle bağırıyor ama sanki sesi çıkmıyordu… Fakat bütün stad bağırıyor,
gürültü arşu âlâya yükseliyordu da, kendi sesi neden çıkmıyordu? O kargaşada
bir an ayağı kayıp yere düşmüştü. Kalkmaya çalışırken, yanında sevinçten
çılgına dönmüş bir arkadaşının kendisine “Kalk oğlum kalk, okula gideceksin”
dediğini duymuştu… Anlamamıştı, ne okuluydu bu? Okul İstanbul’da değil miydi?
Tekrar bir ses duydu.: “Oğlum kalk, geç kalıyorsun” Bu ses… Bu ses… Annesinin
sesiydi…
“Hadi oğlum…"
Hayır, olamazdı… Bu da mı rüyaydı? Rüya içinde rüya mı
görmüştü? Böyle oluyor muydu?
-Haksızlık bu be!!!
Kadıncağızın yüreğine iniyordu az kalsın…
-Ne haksızlığı oğlum? Ne gördün rüyanda? Ne gördün de bu
kadar etkisinde kaldın?
-Tamam anneciğim, özür dilerim. Ne kadar da gerçekçiydi,
Allahım… Bir şey yok anneciğim, kusuruma bakma… Sen kahvaltıyı hazırla, ben
geliyorum…
Doğrulup yatakta bir süre oturdu… Rüya içinde rüya? Bu ilk
kez başına geliyordu… Başına gelen arkadaşları vardı ama onlarla hep dalga
geçmişti… Kalkıp elini yüzünü yıkadı. Aynaya baktı, baktı… Kahvaltısını yapıp
okula gitti…
Bütün gün düşündü rüyasında gördüklerini… Daha önce hiç
böyle olmamış, hiçbir rüyanın etkisinde bu kadar kalmamıştı. Kendine bile
itiraf edemediği bir şey vardı, bunun rüya mı, gerçek mi olduğuna dair zihninde
şüpheler uyanıyordu arada bir... Aklını mı kaçırıyordu yoksa?
"En iyisi akşam babamla konuşayım" diye karar
verdi. Babası su katılmamış bir Trabzonsporlu, futboldan anlayan, gerçek bir
Trabzon beyefendisiydi. Güç bela akşamı bekledi ve akşam yemeğinden sonra
babasına dün gece gördüğü rüyayı anlattı. Adam birkaç saniye kadar
gülümsedikten sonra:
- Oğlum, dedi. Sen şampiyonluğu yaşamışsın.
- Nasıl yani? Rüya değil miydi gördüğüm?
- Rüyaydı.
- Eeee?
Baba koltuğuna iyice yerleştikten sonra, Dede Korkut
edasıyla ağır ağır anlatmaya başladı:
- Bak evlat, şampiyonluk dediğin şey, gerçeğin rüyaya en
yakın olduğu duygulardan biridir. Sen bunu tersinden yaşamışsın, yani rüyanın
gerçeğe en yakın olduğu duyguyu... O sevinç çok kısa sürer, çok çok da birkaç
gün... Sonraki zamanlarda bu duygu yoğunluğu insana bir rüya gibi gelir. Bir
sene şampiyon olan bir takımın taraftarları, sonraki sezon takım kötü sonuçlar
alırsa, "Olsun, ne önemi var? Geçen sene şampiyon olduk ya, gerisi vız
gelir" diyorlar mı? O birkaç günlük mutluluk, o coşku seli hatırlanıyor
mu?
Kafası karışmıştı gene... Öyle ya... Kendisi Trabzonsporlu
olarak şampiyonluk duygusunu hiç yaşamamıştı ama öteki takımları tutan
arkadaşlarından biliyordu, tıpkı babasının dediği gibi oluyor, birkaç günlük
çılgınca bir sevinçten sonra, transfer mevsimi, yaz tatili filan derken hayat
kısa sürede normal akışına dönüyordu. Ve bir sonraki sezon her şey sil
baştan... Bir sezon şampiyon olan bir takım, gelecek sezona birkaç puan avansla
da başlamıyordu... Hele bir de geçen sezondaki performansından uzak kalmaya
görsün... Ne şampiyonluk kalıyordu, ne de başka bir şey...
-Pekiyi ne olacak o zaman, şampiyonluk istemeyelim mi baba?
Kötü bir şey mi şampiyonluk?
-Olur mu oğlum? Diye güldü babası. Elbette güzel bir şey...
Fakat tek güzel şey şampiyonluk değil... Hele en önemli şey hiç değil...
-E nedir en önemli şey?
-Bak oğlum. 1982 Dünya Kupası'nda bir Brezilya takımı vardı.
Öyle bir futbol oynardı ki, o günleri görenlerin hala damağındadır o futbolun
tadı... Zico, Socrates, Eder, Falcao, Leandro... Ne goller, ne paslardı
onlar... Fakat o takım o turnuvada şampiyon olamadı. Hatta çeyrek finalde
elendiler.
-İtalya şampiyon olmuş, değil mi?
-Evet, İtalya şampiyon oldu. Tekme, tokat, katı savunma... O
zaman kaleciler topu istedikleri kadar ellerinde tutabiliyorlardı ve kaleci
Dino Zoff'a gelen her top, oyunun en az bir dakika durmasına sebep oluyordu.
Dediğim gibi, Brezilya o turnuvada şampiyon olamadı ama attıkları goller hâlâ
spor programlarında jeneriklerde gösteriliyor işte, biliyorsun.
-Bilmez miyim baba? O Eder'in İskoçya'ya attığı aşırtma gol,
tam bir usta işiydi. Adam ölçtü biçti vurdu vallahi...
-Şampiyon olmaya yetmedi ama...
-Olsun, ne önemi var?
-Efendim? Ne dedin?
Babası bu son soruyu muzip bir ifadeyle sormuştu... Bir
cevap veremedi, yutkundu... Babası tekrar sordu:
-O zaman nedir önemli olan?
Bilge baba, oğlundan cevap beklemeden devam etti.
-Şampiyonluk, futboldaki hedeflerden sadece biridir oğlum...
Ve ne yazık ki, en kaprisli, en zalim olanıdır. "Beni elde etmek öyle
kolay değil" der sana. "Gerekirse şike yapacaksın, teşvik vereceksin,
dopinge başvuracaksın, sahada numaradan kendini yere atacak, rakip futbolcuya
hakeme göstermeden olmadık haraketler yapacak, onu kırmızı kart görmeye
zorlayacaksın... Onu yapacaksın, bunu yapacaksın... Yapmazsan keyfin bilir...
Başkaları çoktan gönüllü bunları yapmaya..." Her istediğine boyun eğip bu
iğrençlikleri yapsan bile, tam ona kavuştum dediğin anda bir de bakmışsın ki,
en azılı düşmanınla bir gece ansızın kaçıvermiş... En başta da dediğim gibi,
sen ona hangi yollarla kavuşursan kavuş, sana bütün vereceği o birkaç günlük
sarhoş mutluluktan başka bir şey değildir. Sonra yeniden başlar önüne gelene
mavi boncuk dağıtmaya, ona buna göz kırpmaya...
Büyülenmiş gibiydi. Sahi, nasıl düşünmemişti bütün bunları?
Her şey, tam da babasının dediği gibi cereyan ediyordu.
-Pekala, ne yapalım o zaman baba?
-Oğlum, sen arkadaşlarınla halı saha maçı yaparken, takım
halinde oynadığınız futboldan çok zevk aldığınızda, performansınız ne durumda
oluyor?
-En üst düzeyde...
-İşte mesele bu... Sahadaki futbolcu oynadığı oyundan zevk
alırsa, taraftar tribünde eğlenirse, bu iki unsur, yani futbolcu ve taraftar
birbirini pozitif yönde beslerse bütün problemler çözülecektir. O zaman da
şampiyonluk denen o aşüfte sevgili, kendi ayaklarıyla koşa koşa gelecektir
senin kollarına...
Konuşmanın ortalarından beri tutmaya çalıştığı gözyaşlarını
azat etmişti artık... Ayağa kalkıp yanına gitti ve sarıldı bu bilge
adama…
- Babacığım, dedi... İyi ki varsın...
29 Aralık 2004, Bülent Şirin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder