8 Mayıs 2015 Cuma

İğneyi kendimize…





Türkiye’de futbol kulüpleri, İstanbul ve Anadolu kulüpleri diye iki ana başlık altında kategorize edilir ve Trabzonspor da Anadolu tarafında kalır. Bu kategorizasyon büyük bir yanılsamayı da beraberinde getirir:

Anadolu kulüpleri özelinden yola çıkılarak, Anadolu diye yekpare bir varlığın mevcut olduğu varsayılır. İstanbul karşısında mağdurdur, ihmal edilmiştir. Orada kutlu, temiz, namuslu insanlar yaşar, vergi istersiniz verirler, asker istersiniz verirler, zekidirler, çalışkandırlar. İstanbul’un ülkenin kaymağını yiyor oluşuna da sesini çıkarmaz, büyük bir çelebilikle kaderine razı olur, Yaşar gider. Vesaire…

Halbuki böyle bir durum yoktur ve İstanbul-Anadolu diye bir ayrım söz konusu değildir. Anadolu her şeyiyle İstanbul’dadır artık. Pastırmasıyla, sucuğuyla, etli ekmeğiyle, hemşehri dernekleriyle, milletvekilleriyle… Buna karşılık, Anadolu illeri kendi aralarında İstanbul’a olduklarından çok daha uzaktırlar. Örneğin bir Afyonlu, Urfalı, Erzurumlu İstanbul’a geldiği zaman hiç de yabancılık çekmez. Mutlaka bir akrabası vardır, hiç olmadı hemşehri dernekleri vardır. Ortalık da kendi yöresel mutfağının adını taşıyan lokantalardan, kebapçılardan geçilmez. Peki bu insanlar aynı şeyi bir başka Anadolu şehrinde bulabilirler mi? Örneğin Trabzon’da?

2002 seçimlerinin hemen öncesinde, milletvekili adayları belli olduğunda, televizyonda bir açık oturumu başladıktan bir süre sonra seyretmeye başlamıştım. Bir masanın etrafında bir sunucu ve üç tane konuk, tartışıyorlar. Birazdan anladım ki bu üç kişi, İstanbul’da en çok mensubu bulunan üç vilayetin derneklerinin başındaki insanlar. Rize, Kastamonu ve Sivas vilayetlerinin.

Sivaslı gayet müteessifane bir tavırla konuşmasını sürdürüyor ve diyor ki: “İstanbul’da bize hakkımız olan sayıda milletvekili verilmedi”. Bu ifade benim meramımı anlatmaya yeter de artar sanırım. Ne verilmemiş? Milletvekili? Nerenin milletvekili? İstanbul’un. Sen nerelisin? Sivaslı… Allah Allah… İstanbul neresi, Anadolu neresi şimdi, ayırdedebilen beri gelsin.

Geçen akşamki maçta olup bitenleri bu gerçeği göz önüne almadan sağlıklı bir şekilde anlayabilmek, değerlendirebilmek mümkün değildir. Trabzonspor’un hem kendileri gibi Anadolu kulübü olması, hem bunca yıldır şampiyonluktan uzak kaldığı halde hâlâ 4. büyük olarak tanınması, pastadan hâlâ arslan payı alıyor olması, Anadolu’lu “hemşehrilerimizi” çileden çıkarmaya yetip de artmaktadır. Yanlarında hakemlikle uzaktan yakından alakası bulunmayan bir zavallının da bulunması, onlara Trabzon gibi bir yerde rakip takımın futbolcularını saha içinde tekme tokat dövmeye kalkma cür’etini vermiştir. Acaba payitahtın herhangi bir stadında böyle bir şeye kalkışabilirler miydi efendilerine karşı?

Bu ilk değildir, temenni etmiyoruz ama zannediyoruz son da olmayacaktır. Bu ahval ve şerait içinde, kulüp başkanından en küçük taraftarına kadar Trabzonspor camiasının bütün mensuplarına büyük görevler düşmektedir.

Hakem maçı katletmiş olabilir. Geçen sene oynanan G.Saray-F.Bahçe maçını malûm şartlar altında oynatma becerisini, geçen akşam yarım dakika için gösterememiş de olabilir. Rakip takım futbolcuları sahada her türlü çirkefliği yapabilir. Rakip kulübün başkanı, bu topraklarda Ermeni nüfusun en yoğun bulunduğu coğrafyanın Sivas olduğunu ve 40 yıl önce meydana gelen Türkiye’nin en büyük futbol katliamının müsebbininin Sivaslılar olduğunu unutarak, canlı yayında milyonların gözü önünde “Arap-İsrail savaşı” gibi sonunun nerelere varabileceğini tahmin bile edemeyeceği korkunç laflar sarfedebilir. Sevgili İstanbul medyası, “Ahh, yine mi Trabzon! Yapmayın, etmeyin, bu size yakışmıyor” sinsiliğiyle Trabzonspor’un bir sezon daha devre dışı bırakılmasına, karambolde kimselere göstermeden bir tekme de kendisi vurmaya çalışabilir. Bunlar bilmediğimiz, beklemediğimiz, daha önce yaşamadığımız şeyler değil. Onlar değişmez, düzelmez.

Sahaya girip bir ya da birkaç kişi tokatlamanın, tekmelemenin bu dertlere deva olmayacağını, bize yol, su, elektrik, köprü, baraj, şampiyonluk olarak değil, bambaşka şeyler olarak döneceğini, kafatasının içinde işaret parmağının son boğumu kadar beyin taşıyan herkes bilir. Bilir de neden böyle yaparlar? Bu, yanlış yönde gelişmiş taraftarlık anlayışının en uç noktada tezahür etmiş halinden başka bir şey değildir. Bağırın, çağırın, tezahürat yapın, yeri göğü inletin, rakip takıma stadı zindan edin!.. Haydi, neden susuyorsunuz? Neden çekirdek yiyorsunuz? Ne biçim taraftarsınız? Yuh olsun size, tüh sizin kalıbınıza… Bağırmayan taraftar çektirsin gitsin…

Üzerinde bunca baskıyı gören taraftar, ne kadar ateşli, ne kadar öfkeli olursa, ne kadar kendini kaybederse o kadar iyi taraftar olacağını vehmediyor ister istemez. Yıllar önce İstanbul’da bir maçta, yanıbaşımda (hâşâ) Allah’a küfreden bir gafili uyarmaya kalkınca “Ben fanatiğim, küfrederim” cevabını almıştım. Taraftarlık böyle bir şeydi işte, kendini kaybedip küfür de edebilirdin (!) Eh, sahaya girip adam da dövebilirdin tabii…

Trabzonspor, her şeyi bir yana bırakıp iğneyi kendine batırmalı, bu taraftarlık problemini bir an önce çözüme kavuşturmalıdır. Kulüp yönetimi bunu tek başına başaramaz, hele mevcut yönetim hiç başaramaz. Fakat buna ön ayak olabilir. Trabzon şehri ve Trabzonspor’un bütün dinamiklerini harekete geçirmeye çalışabilir.

Söyleyeceklerimiz bitmedi ama çok uzadı, köşe yazısından çıkıp neredeyse aylık dergilerde filan yayınlanan makalelere döndü. Kısmetse devam ederiz.

14.08.2007 Günebakış gazetesi